by

Mr and Mrs Brown went to the seaside ve Mary’nin kız mı erkek mi olduğu sorunsalı

537497_10150904844523686_1628861772_n

Çağdaşım pek çok kişi gibi, benim de  İngilizce öğrenme serüvenim Mr and Mrs Brown ile başladı. Allahtan farklı bir rota izledi de, daha sonraları İngilizce Öğretmenliği gibi bir işi bile üstlendim. Ama “Mr and Mrs Brown went to the seaside” cümlesi hiç çıkmamacasına zihnime kazındı. İngilizce öğrenme ve öğretme serüvenimde pek çok deneyim edindim. “Okullarda niye İngilizce öğretemiyoruz?”  sorusunun yanıtlarını pek çok açıdan irdeleyecek kadar.

Bizim zamanımızda İngilizce öğretmenleri pek azdı. Ortaokulda İngilizce öğretmeni yokluğundan yıl sonunda ilçenin kaymakamı tarafından 15 günlük bir kurs sonucu, sınava alınıp, dönem notlarımızın verildiğini anımsıyorum. Öğretmen olduğum yıllarda da yine İngilizce öğretmen açığı hep oldu. Anadolu liseleri ve daha sonraları liselerin İngilizce bölümleri haricinde her kademeye azıcık İngilizce bilen başka öğretmenler derse girebiliyordu. Üniversitede öğretim dili İngilizce olanların İngilizce Öğretmenliği yapabileceği karara bağlanmıştı. İlk atamam Tarih olmasına rağmen, komik bir başlangıç yapmış, öğretmenlik hayatım “Aaa bizim tarih hocamız var, siz coğrafyaya girersiniz, e İngilizce de biliyormuşsunuz, boş olan İngilizce derslerini doldurursunuz, kalan zamanınızda da stajyer olduğunuzdan idareye yardım edersiniz,” girişiyle, başlamadan bitmişti.  Daha sonra ise İngilizce öğretmeni olarak atandım. Bu kez de farklı politik görüşlü İlçe Milli Eğitim Müdürü ve Anadolu Lisesi müdürü arasında kalıp, atandığım okul dışında ne kadar okul varsa gönderilip, sonunda istifa etmek zorunda kaldım. Üçüncü kez başlayışım ise emekli olana kadar sürdü. Milli Eğitim biz öğretmenler için her zaman, anlatsam roman olur tarzı bir yer olmuştur.

Benim üniversiteye girdiğim dönemde Boğaziçi Üniversitesinde dil barajı vardı. Kazandığınız bölümde okuyabilmek için belli bir dilime girmek gerekiyordu. Benim bu engeli aşmam kendi kendime bulduğum yabancı dil kitaplarını zor bela çevirmeye çalışmam sayesinde olmuştur. Girdikten sonra ise hazırlık sınıfının en dibinden başladım. John Lennon gözlüklü, yenilere Harry Potter mı demeli;  sarışın ufak tefek öğretmenimiz Joyce D.  o zamanlar hem Cumhuriyet gazetesinin Öztürkçe dilini, hem de Tercüman Gazetesinin ağdalı Osmanlıcasını okuyup anlayacak düzeyde Türkçe bilmesine karşın,  tek kelime Türkçe  konuşmazdı. Nokta ve virgüle kadar her yanlışımızdan not kırar, kantine kaçtığımız zamanlarda peşimizden gelir, “Bugün burada ders yapacağız ha”, diyerek yakamızı bırakmazdı. Taban puanı alıp zorla sınıfı bitirdiğimizde pek hoşnut olmamıştık ama tüm hazırlık öğrencilerinin katıldığı düzey belirleme sınavında bizden üstteki sınıfları geçip, yüksek notlar aldığımızı görüp sevinmiştik.

222076_5914873685_2461_n

Birinci sınıfa başladığımızda bizim gibi kolej bitirmeyip taşradan gelenler için zorlu günler başlamıştı. Demir Demirgil’in Ekonomi Derslerinde bir şey anlamayıp asistanı Ali’nin Türkçe derslerine katıldığımızı anımsıyorum. Bir de İngilizce yazdığımız ödevleri Metin Kunt’un- ki lisansı İngiliz Dili Edebiyatıydı- kırmızı kalemle düzeltip geri verdiğini. İyi notlar almama karşın ilkokul öğrencisi gibi düzeltilmiş ödevleri geri almak oldukça utandırıcıydı. Eskiden şimdiki gibi internet,  podcastler, online dersler , diziler nerede; bu gibi olanaklar anca Koreceme nasip oldu. O zamanlar arkadaşımla gittiğimiz kütüphanenin audio visual bölümünde dinlediğimiz şarkı sözlerini çevirdiğimi, kütüphaneden çok yararlandığımı, elimden geldikçe film seyrettiğimi anımsıyorum. Çok fazla İngilizce kitap satın alamazdım. Kitapçıya gidip Peanuts serisini orada okuduğumu anımsıyorum. Arkadaşım o günlerden birinde şimdi ” Burada mı okuyacaksınız, yoksa saralım mı?” diyecekler demişti. Ağırlıklı sosyal bilim okumanın da etkisiyle kısa zamanda dili toparladım. Yıllarca cümleyi anlasam da sözlüğe bakmaktan vazgeçmedim. Oldum olası sözlük okuyan bir tip olmuşumdur, bu da çok sözcük öğrenmenin başka bir yolu oldu. İngilizcesi olan kitapların Türkçesini okumamaya çalışmak, filmleri dizileri İngilizce seyretmek, yabancı arkadaşlar edinmek, yurtdışı gezileri ve dili öğretmek işe yaradı.

Pek çok öğretmen gibi İngilizce Öğretmenleri de öğretmeye büyük bir istek ve heyecanla başlar. Hele benim gibi mükemmeliyetçi olanlar, öğrencilerinin bir süre sonra bülbül gibi İngilizce şakıyacağını düşünüp, büyük beklentilere girerler. Ama gerçek sanılanın aksine hayal kırıcıdır. Özellikle de Devlet okullarında. İdeal yabancı dil öğrenme sınıf sayısı 10-12’dir. Mesleğe yeni başlayan öğretmenler bu sayının asla böyle olamayacağını bilir. 30-35 kişilik sınıflarda ders vereceğini düşünerek gelenler 45-50 kişilik sınıflarla karşılaşırlar. Haftalık ders saatleri de bürokrat eşlerinin görev yaptığı bazı ilçelerdeki İngilizce öğretmenlerini hariç tutarsak- ki bunlar 15-16 saat derse girerler- 24’ten aşağı değildir, çoğu kez 30 saati bulur. Ben Ümraniye İlçesinde görev yaptım ve yüksek lisans yaptığım bir yıl hariç ( remedial öğrenci olduğum için alt sınıftan dersler alıyordum ve programı bir türlü oturtamadığımdan, zor bela bir öğretmen  arkadaş fazla İngilizce derslerimi almıştı) hep en az 24 saat derse girdim. 45 -50 kişilik ergen öğrencilerin bulunduğu sınıflarda derse girmek nasıldır, ergen çocuğu olanlar x  45 yaparak düşünebilir. Ben ilkokul ikinci sınıf öğrencisinden lise son öğrencisine kadar her kademeye ders verdim. Hepsinin  farklı sorunları vardır.

Yabancı dil öğretmeye başladığım dönemde ilk şokumu Subject Pronouns öğretirken yaşadım. He / she kullanımını öğretirken Türkçe isimler yerine yabancı isimler kullanıyordum. Öğrencilerden birisi parmak kaldırıp sordu ” Öğretmenim Mary kız mı erkek mi? Bir kaç saniye boş boş çocuğun yüzüne baktığımı anımsıyorum. Bölge olarak çocukların daha önce yabancı isimleri duymamış olabilecekleri, Mary gibi herkesin bildiğini düşündüğüm bir ismin bile cinsiyetini bilemeyecekleri aklıma gelmemişti. Daha sonra tahtaya yazdığım cümlelerin özellikle de dört ve beşinci sınıflarda uzun sürede deftere geçirilmesi beni şaşırttı. El yazısının zorunlu tutulduğu dönemde ise sıra aralarında dolaşırken çocukların doğru yazıp yazmadığını kontrol edemememiz, biz İngilizce öğretmenlerinin küçük harf kullanın demesine, sınıf öğretmenlerinin buna kızmasına yol açtı. Daha sonra çocuklar küçük harf de bilmediğinden kargacık burgacık el yazılarını çözmeye çalışmak tam bir problem haline geldi. Yapılan ödevlerin kontrolu elli kişilik sınıftarda dersin yarısından fazlasını alır. Kontrol edip yıldız filan vermezseniz, o çocuk bir daha ödev filan yapmaz. Konu İngilizce olunca da kontrolu pek çok dersin öğretmeninin yaptığı gibi öğrenciye bırakamazsınız, bakıp düzeltmeniz lazımdır. Haftalık 3 saatlik dersinizin en az bir saati ödev kontrolune gider. Zaten derslerin onbeş dakikası tuvalete gidebilir miyim?  diye soran öğrencilerle uğraşıp, öğretmenim bakar mısınız ateşim var mı? diye soran öğrencilerin ateşini ölçmekle geçmiştir. İki üç kişiye metin okutursunuz, geri kalan 42 kişi ben de okuyayım, ben de okuyayım diye kendini yırtar, söz verememiş olmanın acısını taa kalbinizde hissedersiniz. Daha büyük sınıflarda okusun diye üstüne gittiğiniz ergen yanlış okuyup rezil olurum diye okumak istemez, hep aynı kişiler parmak kaldırır, sıkılan öğrenciler dersi kaynatmak için pek çok  yol dener.

Sınıfta kalmanın olmadığı bir sistemde İngilizce dersinden kalmış olmasına rağmen bir üst sınıfa geçen, ama hiç bir şey bilmeyen öğrencilere o sınıfın müfredatını anlatmak zorundasınızdır. En baştan başlasanız bu kez de sınav olan bir sistemde düzeyi sınıfa uygun olanlara haksızlık olacaktır. Sınıfı bölüp düzeye göre ilgilenmeye çalışsanız o kalabalıkta bunu yapmanıza imkan yoktur. Zaten tüm sınıfın adını ancak birinci dönem sonuna doğru öğrenirsiniz. Sınıftakilerin hiç bir şey anlamadığını da ilk sınavın sonunda. Beklentilerinizi düşürmenin, makul olmanın zamanı gelmiş de geçiyordur.

İlkokulun küçük sınıflarında yapmanız gereken çocuğun yabancı dili sevmesini sağlamaktır. Daha az sözcük öğrensin ama derste zevk alsın. Dersi görsellerle renklendirmek, şarkılar, eğlenceli diyaloglar, parmak kuklaları, sevdikleri çizgi filmler, oyunlar işe yarayacaktır. Küçük sınıflarda ders vermeyi hep daha çok sevdim. Onların isteği ve heyecanı ders zilinin çaldığını bile duymamamıza yol açardı.

542080_10150904835208686_1948109621_n

Yabancı dil öğrenebilmek için öncelikle Türkçe’yi iyi bilmek gerekir. Daha sıfatın ne olduğunu bilmeyen bir öğrenciye onun İngilizcesini öğretmek olacak iş değildir. Bu yüzden benim derslerim  önce Türkçe tekrar,  sonra  İngilizce’ye dönmek  biçiminde  geçerdi. Sözcük ezberlemek de bizim öğrencimize çok zor ve angarya gelen bir eylemdir. Onlara ezber tekniklerini öğretmek, her birine kolay gelen yöntemler öğretmek gerekir. İlgi alanlarını bilmeli, kimi zaman en sevdiği şarkıcı ya da diziyle ona yaklaşmalısınız.  Son zamanlarda yabancı dil öğretme tarzı değiştirilmeye çalışılsa ve aslında yöntem yanlış olmasa da, o yöntemlerin normal sınıf mevcudunda işlemeyeceği  bir gerçektir. Sonra özel okullardaki haftalık  en az 16 saat yabancı dil derslerine karşı devlet okullarında zorunlu verilen 2- 3-4 saatlik dersler devede kulak bir sayıdır. Haftada iki saatle benim otuz yıl önce öğrendiğim “Mr and Mrs Brown went to the seaside ” gibi bir cümle belki çocukların aklında kalır , belki de kalmaz. Bizim çocuklarımızın ilk derste ya da tüm dönem içinde mutlaka sorduğu bir soru vardır. “Öğretmenim biz niye İngilizce öğreniyoruz? Onlar Türkçe öğrenseler ya!” Bu noktada hep aklıma Bedri Rahmi’nin En azından üç dil bileceksin şiiri gelmiştir. Hani en sonunda “Çünkü sen ne tarih ne coğrafya /Ne şu ne busun / Oğlum Mernuş / Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun” der. İşte o zaman dersin bir kısmı da otobüsü kaçırmış bir milletin  çocuğu olmamak için ne yapmaları gerektiğini anlatmakla geçer.

576485_10150904855463686_1146891410_n

Bence Yabancı Dil öğretmenlerinin bu ders sayıları ve mevcutlarıyla yapabilecekleri en iyi şey öğrenciyi kaçırmadan bir başlangıç yapmak, sevdirmek ve disiplinli bir biçimde hayatlarının bir döneminde dil öğrenmeleri gerektiğini kavratmaktır. Bir de bazen sınıfta öğrettiğiniz branştan daha önemli şeyler olduğunu farkedebilmek önemlidir. Yine küçük sınıflardan birinin dersindeyken arkada iki erkek öğrencinin kavga ettiğini ve sonra birisinin hüngür hüngür ağladığını farketmiştim. Yanlarına gidip ne olduğunu sorduğumda, ağlamayan “Kalemimi yere düşürdü.” dedi. Ağlayan ise  ” Öğretmenim bu  bana annemin cehenneme gittiğini söyledi, ama benim annem cennete gitti, benim annem iyi biri, o cennete gitti.” diye hıçkırdı. Diğeri ise hala “O da kalemimi yere düşürmeseydi.” diye söyleniyordu. İşte yabancı dil öğrettiğim onca yıl içinde aklımda en net kalan olaylardan biri. Hala aklıma geldikçe içim sızlar. Biz Mr and Mrs Brown’ı deniz kenarına gönderirken onun annesi cennete gitmişti ve bir daha hiç geri gelmeyecekti. O ufaklığı biraz olsun teselli edebilmek,  işte öğretmenliğin başladığı nokta, gerisi hiç mi hiç önemli değil.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *