by

İRLANDA GÜNCESİ / 2010

Fitzpatrick Castle / kaldığımız tesis
Fitzpatrick Castle / kaldığımız tesis
  • Epeydir gezilerim hakkında  günce yazıyorum. Gittiğim yerdeyken ayrıntılı yazmak zor olsa da , mutlaka bir çatı oluşturuyorum, sonrasında eve dönünce, düzeltip, bazı eklemeler ve çıkarmalar yapmasam olmuyor. Finlandiya, Avusturya, İtalya, Amerika, Kanada, İtalya, Fransa, Güneydoğu gezi güncelerinden sonra işte bu da sonuncusu.
     
    Yolculuk Öncesi
    İrlanda çok uzun zamandır gitmek istediğim bir ülkeydi. İki kez İngiltere, bir kez İskoçya’ya gittim, ama İrlanda benim için çok farklı. Nedense bu ülkeyle duygusal bir bağım olduğuna inanıyorum. İrlanda benim için Keltler , Vikingler, Leprecaunlar, İngilizlere kafa tutan cesur insanlar ülkesi. Kızıl kafalı insanlar.. Geçen sene kıl payıyla gidemeyince canım sıkılmıştı, ama bu sene RCI bizi üzmedi. Bu devre tatil sistemine girdiğimize sanırım hiç pişman olmadık ve bizi de hiç hayal kırıklığına uğratmadı, tam tersine hep şaşırttı, çoğu kez istediğimizden fazlasını sundu. Seneler önce o sigara dumanı içindeki salonda sinirlenip kalkıp gitmediğime seviniyorum.
    İrlanda öncesi, seminer zamanına denk geldiği için üç günlük mazeret izni almam gerekti. Yeni müdürümüzün de talebiyle, bütün bir günü, Genç Osman, İlçe Milli Eğitim, Kaymakamlık arasında harcadıysam da yurt dışı iznini aldım, üç günlük mazeret iznini de. Ama gitmek için bir neden göstermem gerekiyordu, “Oğluma okul aramak için” dedim, hani yalan da değil ama bilgimi görgümü arttırmak, ya da sadece ziyaret gezmek için seyahat edemez mi 657’ye bağlı bir memur ?  İnsan sinir oluyor. Bu kırtasiyecilikten gına geldi resmen. 28 Ağustos – 4 Eylül arası önemli neler var diye nette araştırmalar yaptım. National Heritage Week’in son iki gününü yakalayabiliyorduk örneğin. İlgilendiğim müzeleri ve tarihi yerleri, sergileri not ettim. Bir de küçük Dublin rehberi almayı, daha altı ay önceden ihmal etmemiştim.
    Tek yanıldığım nokta hava durumu oldu sanırım. Bizim Nisan gibi işte demesine aldandım Hüsam’ın.
     
    28 Ağustos 2010

  • Saat 4:30’da uyandım. Zaten her yolculuk öncesi olduğu gibi tedirgin uyumuştum. Nedense alıştığım düzen bozulunca huzursuz oluyorum, gittiğim yer ne kadar konforlu ve güzel olursa olsun. Hemen banyo yapıp hazırlandım, bizimkiler de benden sonra kalkıp hazırlandılar. Ev her nasılsa hemen hemen yolculuğa hazır gibiydi, bu gibi durumlarda son anda çiçek sulama, çöp atma, buzdolabını boşaltamamış olma gibi durumlar olur. Miço beyin de evde kalması işimizi biraz kolaylaştırdı, yoksa Gülgün’e maması, mama kapları, kumu, tırmık ağacı, en sevdiği yastık gibi bir çok ıvır zıvır taşınıyor. Pisimo’nun evlat edinilmiş olması, Miço’nun bu sefer evde alıştığı düzende bakılmasını gerektiriyor. Gülgün için biraz zor olacak tabii.
    Dış Hatlar Terminaline giderken yine İç Hatlar Geliş’e girdik ki, bir kere de yanlış bir yere girmeden gideceğimiz yere ulaşsak diye düşünmeden edemedim.  Netten check-in yaptırmıştık, o yüzen yalnızca valizleri teslim ettik. Wings’te alelacele bir kahvaltı ettik, hatta ikinci çayımı bile içemedim. Boarding başlamıştı çünkü. Hemen yola koyulduk, salon küçük ve kalabalıktı. Uçağa binerken de kuyruk oldu, çok ilginçti. Uçak mini minnacık bir Boeing 737 olduğu için Burak ile ben , daha çok da ben binerken birbirimize bakıp, biraz tırstık. Ama Kaptan Pilot Yaman Bey ve yardımcısı dışarıdan kokpite zor sığışmış gözükmelerine rağmen bizi gayet iyi uçurdular. Ben özellikle kalkış ve inişlerde iyice tedirgin oluyorum. Ne zaman ki hostesler çay kahve ikramına başlıyorlar o zaman rahatlıyorum. İnişte de tekerlekler yere değip de, frenin de tuttuğuna kanaat getirmişsem benden keyiflisi yok.
    Yol boyunca aldığımız gazeteleri ve Kemal Özer’in Günlerle Yolculuk 1 isimli güncesini okudum. İkinci Cilt ve Aziz Nesin Ali Nesin Mektupları da yanımda ama ne kadarını okuyabilecek fırsat bulurum bilinmez.
    Kemal Özer bir şair günlüğü tutmuş. Tabii ki özel hayatından kırıntılar da var, ama bir edebiyatçı günlüğü temelde. Günce 1999 yılında başlıyor. Deprem etkileri belirgin. Okuduğum kısımda çok hoşlandığım bir bölüm oldu, daha doğrusu kendime yakın hissettiğim. 4 Eylül 1999( Semizkumlar) tarihli yazısında şöyle demiş bir fotoğraf çekiminden sonra :
    “ Şuna hep inandım. İnsandaki değişim alttan alta gelişiyor. Sonra birden denebilirse bir sıçramayla ortaya çıkıveriyor. Özellikle görünümündeki değişim. Belki yine öyle olmuştur. Alttan alta sürüp  şu günlerde ortaya çıkıvermiştir. Belki bu değişik görüntüme de alışmam, “ Ne yapmalıyım, ben buyum.” demem gerekecek. İçim öyle demiyor ama. Hele ben bu olamam, olmamalıyım diye direniyor. Şu son cümle hariç, ben de bir süredir aynaya baktığımda gördüğüm insanı yabancılıyorum. Aniden çöküveren olgunluk, yadsınamaz kadınsı görüntü. Ben ne zaman böyle oldum, Alttan alta mı değişiverdi her şey?
    Dört saat on dakikalık bir uçuştan sonra Dublin Havaalanına indik. Dubh Linn ( Karanlık Havuz  ) Sorunsuz bir giriş ardından saat 12’de kalkacak Dalkey Otobüsünü bekleme süreci başladı.Bu arada Turist Information Center’dan bazı rehberler alıp, sandviç ve gofret yedik, su içtik. Suyun tadı pek hoş değildi. Damak tadımıza daha uygun suyu bulmak zaman alacak, Erikli’den sonra sular özellikle Burak ve bana kötü geliyor. Bu arada hava epey serindi, yeşil yağmurluğumu giydim. Siyah hırkamı ise İstanbul’da arabada unuttuğumu fark ettim.
    Dalkey otobüsü geldi. Ondan önce gelen otobüsün şoförü kadındı. Burada iki katlı, ya da tek katlı koskocaman otobüsleri kullanan şoförler yolcuların valizleriyle de ilgileniyorlar. Duraklarda inip müşterilere valizlerini verip tekrar biniyorlar. Para toplayan da onlar. Bunlar saftirik dedim Hüsam’a .
    Koy şuraya bir acar muavin, toplasın paraları, valizleri indirip bindirsin sen de paşalar gibi otur, otobüsünü sür değil mi?
    Dalkey’de otobüsten indiğimizde yağmur başladı. Öylece şaşkın tavuklar gibi bir süre kaldıktan sonra yağmurluklarımızı giydik, Hüsam otele telefon edip taksi istedi. Gelen adam çok konuşkandı. Türk olduğumuzu öğrenince kız  kardeşi ve kocasının da Alanya yakınlarında evi olduğunu ve yarın Türkiye’den İrlanda’ya geleceklerini söyledi. Sağdan işleyen trafikten söz ettiğimizde ise gülerek “ Birkaç kadehten sonra herkes soldan gidiyor.” dedi. Otele kadar 9 Euro tuttu. İndik, resepsiyonda işlemlerimizi yaptırdıktan sonra Fitzpatrick Castle’ın yan tarafında apartmanların olduğu bölümde kendi katımıza yerleştik. Otelimiz Killeney mevkinde. Aslında Killeney ve Dalkey’in arasında kalıyor.

  • Katımızda hemen hemen her şey var. Dolapların içini, özellikle de mutfak malzemelerini kontrol ettik. Eşyalarımızı çekmecelere yerleştirdik. Buruşmuş giysiler için ütünün olması hoşuma gitti, ütü masasıyla birlikte bir dolabın içinde duruyorlar.  Kablolu bir plazma TV salonda, yatak odasında da küçük bir tane var. Değerli bulduğum ıvır zıvırımı kasaya koydum. Banyo iki dakikada kendi banyomuz kadar ayrıntıyla dolmuştu. Bol miktarda havlu var. Çamaşır makinesinin üzerinde kurutucu da var. Yedek torbalar, havlular, battaniyeler ve tuvalet kağıtları da koymuşlar. Elektrik süpürgemiz de var. Bir süre sonra RCI sorumlusu hanım gelip, kaloriferi , ocağı nasıl yakacağımızı, otelde hangi hizmetlerden yararlanma hakkımız olduğunu , kısacası hemen her şeyi tatlı bir dille izah edip gitti. Çok cana yakın bir hanımdı. Otelimizde havuz ve spor yapabileceğimiz bir merkez ve internet bağlantısı ve bilgisayarlar olan bir nokta var. Dungeon Bar’ın ise akşam yemekleri için hoş bir seçenek olduğunu söyledi. Ayrıca Dalkey’de Guinea Pig isimli hoş bir lokanta olduğunu ve mutlaka denememiz gerektiğini de eklemeyi unutmadı.
  • 59618_447681393685_7708729_n
    Yorgun ve uykusuz olmamıza karşı giyinip hemen çıktık. Dalkey ya da Dun Laoghaire’ye yürüyelim dedik. Bu sonuncusunun telaffuzu da bir garip. Şimdiye kadar otobüs şoförü, taksi şoförü ve yolda rastladığımız bir adam 3 farklı şekilde telaffuz etti. Her yerde İngilizce ve İrlandaca bir arada kullanılıyor, ama ben hep İngilizce duydum şimdiye kadar. İrlandaca duysam anlar mıyım, onu da bilmiyorum, sanırım sadece yaşlı insanların konuştuğu ölmekte olan bir dil. Ulusallaşma sürecinde canlandırılmaya çalışılmışsa da sanırım ülkenin yalnızca batısında çok az işi tarafından konuşuluyor.
    Yol boyunca evler ve bahçeleri muhteşemdi. Her birinin kendine özel bir yapısı vardı. Taşların kullanımı, ağaçlar, çiçekler yürümeyi bir zevk haline getiriyor. Kendi bahçemi düşündüm. Bizde sıcak ve düzenli sulamanın olmaması bazı yerleri belli dönemlerde kurutuyor, halbuki burada her yer yemyeşil. Sulama yapıldığını da görmedim henüz ama, zaten hava durumu kurumamalarını sağlıyor olsa gerek. Küpeler ve küpe versiyonları her boy ve düzende dikkatimi çekti. Bir de bizde çalı biçiminde sıklıkla görülen kırmızı minik meyveleri olan bitkinin orada ağaçları var. Aynı ağaçtan Finlandiya Tampere’de de vardı, hatta Burak ile önünde fotoğraf çektirmiştik. Her evin önünde ev sahibinin adı yazılı. Bahçeler çok büyük değil, ufak tefek, ama taşlar ve bitkilerle öyle güzelleştirilmişler ki, insan hayran oluyor. Hava yürürken rüzgarlıydı. Çok tuhaf. Birden yağmur başlıyor, iki dakika sonra günlük güneşlik terliyorsunuz. Sonra bir rüzgar, akşam ise oldukça soğuk.
  • 59618_447681408685_3510685_n
    Önce Dun Laoghaire sahiline indik. Burası Dublin’e 12 kilometre uzaklıkta bir liman banliyösü. İngiltere’ye de feribot buradan kalkıyor. Biz İrlanda’ya tek giriş vizesi aldık. Eğer çoklu giriş çıkış olsaydı, İngiltere’ye de geçilebilirdi. Bundan sonraki vizelerimiz öyle olabilirmiş. Martılar ve yelkenliler harikaydı. Buranın martıları da küçük bir cins. Bizimkilerden çok  farklı. Karabatağa benzer ve benzemez bir takım başka kuşlar da vardı denizde. Saklıköy’den sonra bu kuş milletini daha yakından tanımaya adadım kendimi. Müthiş bir dünya. İki saat kadar yürüdük, ama çok esiyordu, Burak ve benim sinüzitlerimizin daha ilk günden azması tehlikesi , ayrıca belimin tutulacağından korkmam, şu yumuşak doku tutulması zımbırtısı yani, daha içerilere çekilmemizi zorunlu hale getirdi. Birkaç dükkana girdik. Bir tanesinde İstanbul’da tekini 40 liraya aldığım, yastık koruyucularının çiftini 7 Euroya  liraya gördüm. Onunla birlikte bir gece çantası aldım, Hüsam’da bir kravat aldı, hepsi de çok ucuzdu. Bir Hallmark dükkanı gördüysek de ben kartpostallara bakmaya başlayınca bizimkiler hemen itiraz ettiler, sonra bakarsın diye. Ben ne zaman saatlerce böyle dükkanlarda oyalanabileceğim acaba?  Onların vıdılamaları sonucu dükkandan çıkmak zorunda kaldım, ama bunun öcünü alacağım günler de gelecektir inşallah.
  • Dun Laoghaire / Sahilde romantizm
    Dun Laoghaire / Sahilde romantizm
  • 59618_447681433685_1417720_n
    Karnımız acıkınca her zamanki gibi nerede ne yiyeceğimizi tartışmaya başladık. Bu her nerde olursak olalım, değişmez bir durum. Kapısında Gourmet Place yazan bir kafede kiş ve salata yedik. Güzeldi. Yemekten sonra Burak bir kitapçıdan üç tane, kitap aldı. Biri de Dubliners. Daha sonra Tesco’dan alışveriş yaptık. Kahvaltılık ve su öncelikli, ama patates vs’nin de bulunduğu sıkı bir alışveriş yaptık. Normal patatesin yanı sıra tatlı patates de aldık. Ben bunlardan bir ikisini dönüşte Türkiye’ye götürüp, gömmek kararındayım. Bakalım benim bahçede nasıl olacaklar? Bu sene daha kendi patateslerimi de yemedim, dönüşte inşallah.
  •  First meal / İlk yemek yediğimiz yer

    First meal / İlk yemek yediğimiz yer


    Otobüs beklemeye karar vermiştik, ama sonra otobüse yarım saat daha olduğunu öğrenince fikir değiştirip taksiye bindik, soğuktu ve elimiz kolumuz doluydu.
    Dairemize döndüğümüzde aldıklarımızı yerleştirdik, Burak ile ben hemen yattık, Hüsam ise TV’yi ayarlayıp bir süre izledi sanırım.


  • 29 Ağustos 2010
     
    Bugün en erken ben kalktım. Dört buçukta, yani Türkiye’nin altı buçuğu. Yani benim kalkma saatimden bir saat sonra. Bizimkiler benim tacizlerime rağmen 8:30’a kadar uyudular.
    Sabah dün aldığımız malzemelerle harika bir sabah kahvaltısı hazırladım. Çay beğenilerimizi kazandı. Earl Grey çeşitlerinden biri. Demlik poşeti olmasına rağmen. Giderken fırsat bulursam bir iki paket alayım bari. Kahvaltının en büyük sürprizi kanallardan birinde bulduğumuz Star Trek Original Series oldu. İki bölüm arka arkaya oynuyor, ama biz yalnızca bir tanesini izledik.
  •  İlk kahvaltımız
    İlk kahvaltımız


    Tren için haftalık bilet alıp Dublin’e trenle gittik. Dalkey’den binip Pearse istasyonunda indik. DART istasyonlarını her yerde görebiliyorsunuz. (Dublin Area Rapid Transit) Yol yirmi dakika kadar sürüyor. Yolda denizin çekildiği yerlerde yürüyen insanları gördük. Bazıları köpekleriyle beraber. Bir yer özellikle ilginç, pek çok kuş var suda. Sonradan burasının Booterstown Kuş Cenneti olduğunu öğrendik. Tek tuzlu bataklık. Göçmen kuşların da yolu üzerinde olduğundan kuş çeşitliliği yüksekmiş.
    Trenden indikten sonra önce nereye gideceğimiz konusunda tartıştık, ben National Gallery ve Natural History Museum’a gidelim dedim. Ama onların önünden geçip Trinity College’ın bulunduğu  yere geldik. Trinity’ye girmeyi sonraya bırakarak, önce Turizm Merkezinden harita aldık. Buradan kendime bir yüksük aldım. Daha sonra tekrar geliriz diyerek, alışverişi sonraya bıraktık. İrlanda yüksüğümün üzerinde kara kafalı bir koyun var, sanırım koleksiyonum altmış kadar yüksüğü kapsar oldu.
    Nassau Street alışveriş yapılabilecek pek çok dükkanın bulunduğu bir cadde. House of Ireland’ta  el örgüsü kazaklar ve giysiler var.  Daha sonra İrlanda’ya özgü hatıra eşyalar satan Kilkenny Shop’a girdik. Çok sevimli hatıralık eşyalar var ve her zaman olduğu gibi çok ucuz değil. Zaten ne zaman ülke dışına çıksak aynı şey oluyor. En güzel şeyler en pahalı olanlar oluyor ve gerisi de satın almaya değmez süprüntüler. Bu Kilkenny ismi yöreyi, Kilkenny birasını ve Kilkenny kedilerini  akla getiriyor. Bir zamanlar iki Kilkenny kedisi varmış, öylesine feci dövüşmüşler ki, birbirlerini yemişler, yalnızca kuyrukları kalmış. Kilkenny kedisi gibi dövüşmek diye bir tabir de var. Bir de şiircik, nette bulduğum :
    There once were two cats of Kilkenny
    Each thought there was one cat too many
    So they fought and they fit
    And they scratched and they bit
    ‘Til (excepting their nails
    And the tips of their tails)
    Instead of two cats there weren’t any!


  • Bu arada hava giderek soğudu, üzerime giydiğim lacivert sweatshirt ve yeşil yağmurluk beni hiç sıcak tutmuyor. Acayip üşümeye başlayınca, yün örgüler satan bir dükkandan pembe kapşonlu yün bir kazak aldım. Hepsi indirimdeydi. Hava bugün 12 derece filan olmalı. Esiyor da. Devamlı yürümemize rağmen epey üşüdüm. Tutulacağım diye korkuyorum.
    Bundan sonraki durağımız Trinity College. (www.tcd.ie )  Dublin’in en eski Üniversitesi. Kraliçe Elizabeth tarafından 1592 yılında kurulmuş. Ülkenin en ünlü yazarları oradan mezun. İrlanda’nın ulusal hazinesi Book of Kells’te burada bulunuyor. Muhteşem resimlerle süslü bu İncil, her rehberde, her broşürde yer alıyor, eski kütüphanede tutuluyormuş. Bu kütüphane  İngiltere ve İrlanda’da basılan her kitabın bir kopyasını almaktaymış. Bunu yapabilen dört kütüphaneden biriymiş. Üniversitede bulunan, 7 kütüphane  3 milyon civarında kitabı barındırıyormuş. Öğrenciler bir bir buçuk saat süren kısa gezilere rehberlik ediyorlar. Biz de sevimli bir tanesini yirmi dakika kadar dinledikten sonra gezmeye kendimiz devam etmeye karar veriyoruz. Bu arada hava hala soğuk, yeni aldığım  fuşya rengi kazağımın kapüşonunu başıma geçiriyorum.
    Burak Üniversite içindeki Küre heykelinin  (Sphere with sphere, Arnaldo Pomodoro ) pek çok resmini  çekiyor.
  • Sphere with sphere / Arnaldo Pomodoro
    Sphere with sphere / Arnaldo Pomodoro


    Karnımız acıkınca O’ Neill’s isimli İrlanda bar restoranta giriyoruz. ( http://www.oneillsbar.com/ )Burası oldukça kalabalık yemek ve sandviç barı ayrı, üç katlı bir mekan. Dublin’in tarihi lokantalarından biri ve Trinity College’ın hemen köşesinde. 300 yıldır İrlandalılara ve turistlere hizmet vermekteymiş. Sabah 10:30’dan akşam 10:30’a kadar çalışıyor bar- restoran. Pazardan Perşembeye ise canlı İrlanda müziği var. Biz koskocaman tabaklara yemeklerimizi doldurtuyoruz, hepsi de nefis gözüküyorlar. Yukarı kata çıkıp hepsini bitiriyoruz, biraz abarttığımız söylenebilir, ama bu kadar yürüyüşe yakacağımızı umuyorum. O’Neill’s’ten  çıktıktan sonra bizimkiler yalnızca bugün açık olacak bir bit pazarına gitmek istiyorlar. Ben ise Botanik bahçelerinde gerçekleşecek bir konsere gitmek istiyorum. National Heritage Week/ Ulusal Miras Haftası kapsamında yapılan son gösterilerden biri.  Ona da yetişiriz deyip, ısrar ediyorlar. Hem de beş dakika mesafede diyerek. Ama beş dakika mesafe dedikleri yer yine kırk dakikada gidilen bir yer çıkıyor, tabii yine kayboluyoruz ve yolda birilerine yol soruyoruz. Herkes çok nazik yardım edebilmek için çırpınıyorlar. Sonunda müzik sesi duyuluyor. Canlı bir orkestra rock çalıyor, ama Pazar uyduruk bir şey. Yarım saat kadar dolaşıyoruz. Hüsam içinde ne tip bir ruh olduğunu kestiremediğim bordo kırmızı bir gece çantasını alıyor bana. Aslında çanta çok güzel. Yine yürüyerek otobüse biniyoruz. Botanik Bahçeleri Glasnevin’de. Konseri son kırk dakikasında yakalıyoruz. Konser Mick O’Brien ve ailesinin bir konseri. ( http://en.wikipedia.org/wiki/Mick_O’Brien_(musician) ) Irish whistle, banjo, fiddles,pipes, harp,keman çaldılar.Adam Uilleann-Union pipe çalıyor aslında. Konser sırasında da pek çok farklı düdük, flüt çaldı. Sanırım kızlarıydı iki genç ve bir olgun hanım da ona eşlik etti. Hanım da eşi olabilir. Konser esnasında minik bir kız İrlanda dansı yaptı, öylesine gayet doğallıkla, seyircilerden birinin kızıydı. Yaşlı pek çok insan koltuk değnekleriyle hatta yürüteçleriyle gelmişlerdi. Biz de çimlerin üzerine oturup dinledik, çok güzeldi.

  • 33649_447686223685_1212251_n
  • 33649_447686233685_1477201_n
  • Konserden sonra tabii ki Botanik Bahçelerini gezdik, acayip geniş bir alana yayılmış.  ( http://www.botanicgardens.ie/ )Bahçe İngiltere’deki Kew Garden’s model alarak 1795 yılında açılmış.20 hektardan geniş bir alan üzerine kurulmuş. 20 binden fazla türü barındırıyor. O kayaların üzerinde bulunan kaktüs çeşitlerinden başladık, ladinler çamlara hayran ola ola gezdik. Hali hazırda tükenmiş türler de vardı. Altı tükenmiş tür ve 300 tükenmekte olan tür. Ağaçların üzerinde tarihleri, nasıl bulundukları filan yazabiliyor. Örneğin tükenmiş bir ladini tükendiği sanılan bir ladini, Çin’de buluyorlar ve o ladinden dünyaya yeniden dağıtıyorlar. Su kenarında büyüyen bir ladin cinsi ve çok muhteşemdi, dere kenarında duruyordu, derenin içinde de ördekler , kuğular ve adını bilmediğim bazı kuşlar. Ayrıca su da yetişen türleri de suda yetiştirmeyi unutmamışlar, güzelim nilüferler gibi.  Bizim ülkemizde bulunan ve benim çok ama çok sevdiğim Lübnan ladininden de vardı. Çamların bulunduğu bölgeye geldiğimizde ise şaşkınlığa uğradık, bu iğneli dostlardan ne farklı çeşitler varmış, biz ülkemizde ancak beş farklı çeşidini görebiliyoruz. Sarıçam, karaçam, Halep çamı, kızıl çam ve fıstık çamı. En az iki saat tüm bahçeyi görmeye çalıştık. Aralarda ise sanatkarların yaptığı bazı farklı sanat eserleri yer alıyordu. Burak onların da fotoğrafını çekti. Bu makineyi alalı, ondan almam pek mümkün olmuyor, sonunda kendime başka bir fotoğraf makinesi alma noktasına geldim sanırım.
  • Botanik Bahçeleri
    Botanik Bahçeleri
    İrlanda Dansı yapan küçük kız
    İrlanda Dansı yapan küçük kız


    Botanik Bahçelerinden sonra bindiğimiz otobüs bozuk paramız olmadığı için bizden para almadı. Ama o da yarı yolda bozuldu. Daha sonra indiğimiz yerde para bozdurmak için Marketten bir şeyler alıp ( Tesco) tekrar otobüse bindik. Kasadaki kıza zorla para bozdurduk, daha önce böyle bir şey yapmadığını söyledi, öyle bir adetleri yokmuş.  Bu arada yazarken hep sağ elim uyuşuyor, yine azdı bu uyuşmalar, biraz da soğuktan sanırım. Akşam soğuk olduğu için bizimkiler kalıp caddelerde gezelim dedilerse de ben geri dönelim artık diye ısrar ettim. Trene bindik. Hüsam “ Dalkey’de iniyoruz, bu sefer Killeney’de inelim, yokuş çıkmak yerine ineriz” dedi. Biz de makul bulduk. Tren koskocaman bir tepeyi aşıp bizi İrlanda Denizi kıyısında kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde devasa bir yokuşun dibinde bırakmaz mı? Ne yapacağız diye düşünürken Hüsam “Arabalara el edelim bizi alsınlar.” dedi, ve Burak’tan bir arabayı durdurmasını istedi. Burak içinde sörf olan bir arabaya el etti. İçinden genç bir çocuk indi. Ne yaptığımızı öğrenince, “Ben sizi götüreyim.” dedi ve sörfü arabanın içinden çıkarıp arabanın tepesine bağladı. Arabanın içinde bir de bebek koltuğu vardı. Yolda bize Bono’nun evini gösterdi, meğer çok yakınmış bulunduğumuz şatoya. Yolunu da değiştirip otelin önüne kadar getirdi, “Ben şimdi sizi bırakırsam bir saat daha dolaşırsınız .”diyerek, çok şaşırdık ve İrlandalıların gerçekten çok yardımsever ve cana yakın oldukları konusunda bir kez daha fikir birliğine vardık. İnanılmazdı.
    Akşam Hüsam çorba ve salata yaptı, yorgunluktan yiyecek halim kalmamış olmasına rağmen yedim, ama çorba da iyi geldi, hemen yattım.
    30 Ağustos 2010
    Sabah yine Uzay Yolu eşliğinde kahvaltı ettikten sonra, yürüyerek Dalkey’e indik. Dün Dalkey’e yakın bahçelerden  birinde sarman bir kedi ve bir köpek gördüm. Kediyle konuşmaya çalıştıysam da, köpek havlayarak beni kovaladı, sanırım kediyi korumaya çalışıyordu. Bugün de onları görürüm diye bakındıysam da yoklardı. Bu arada Dalkey’e her inişimizde Dalkey Castle ve Heritage Center’ın önünden geçiyoruz, içeriye şöyle bir bakmamıza rağmen çok fazla da ilgi çekici değil. Burası bir minik bir kalesi olan ortaçağ evini ve  bir kiliseyi kapsıyor. Dalkey’e inerken karşılaştığımız bir diğer görüntü, evinin bahçesine taş duvar ören bir adam. Minik radyosunu duvarın bitmiş kısmının üzerine koymuş, duvarı örüyor. Gayet keyifli bir hali var.
    Bugün Dalkey’den yine trenle şehir merkezine gittik. Öncelikle Nassau Caddesinde kaban, palto satan mağazalara baktık. Çünkü hala üşüyorum. Rengi çok güzel ekose bir kaban giydim, ama üzerimde güzel durmadı. Sonra devekuşu rengi bir başkasını denedim, bu sene devekuşu rengi pek bir modaymış. Mağazadaki müşterilerden biri kabanın renginin saçlarıma çok gittiğini söyledi, gerçekten de yakışmıştı. Epeyce bir fiyatı olmasına rağmen Hüsam alalım dedi, ama abukça pahalı bir şeyi almak istemedim.
    Öğle yemeğinden önce Meeting House Square’da  Gallery of Photography’de( ki burası Temple Bar denilen bölgede ) National Photographic Archive’daki fotoğraflardan oluşmuş   Power and Privilege isimli fotoğraf sergisine gittik.  1858- 1922 yılları arasında Big House’daki fotoğraflar ele alınıyordu. Gerçekten nostaljik ve çok güzel bir sergiydi. Özellikle o devrin sosyal yaşamı hakkında da epey ipucu veriyordu. Ulusal  Fotoğraf arşivi National Library of Ireland’a ait fotoğraf koleksiyonlarının bulunduğu bir arşiv  ( www.nli.ie  ) 1840’dan günümüze İrlanda’ya ait  en büyük fotoğraf arşivini oluşturmaktaymış. En eski fotoğraflar zengin amatörlerin fotoğraflarıymış. 630.000 görüntüyle. 430 tane albümden alınan fotoğrafların oluşturduğu fotoğraflar altı ana temadaydı. Bahçeler ve  manzara, çalışanlar, taşımacılık, eğlence ve boş zaman etkinlikleri sanat ve bilim ve aile yaşamı. Bu  arada Temple Bar’dan da söz etmek gerekiyor. Bütün bu mekanların bulunduğu Temple Bar Irmak ve Dame Street arasında gece hayatı ve etkinliklerle ünlü, turist  kaynayan bir yer. Publar, kafeler, restoranlar, sanatçı ve müzisyen mekanları, el sanatlarından örnekler, galeriler, sanat atölyeleri, müzik merkezleri  ile tam bir kültür merkezi. Dublin’in Beyoğlu’su da denilebilir. Bir kısmı yalnızca yayalara açık. Temple Bar’a Dame Street’ten ya da Fleet Street’ten  girilebiliyor, ya da Liffey’in üzerindeki köprülerden biri olan Ha’penny Köprüsünün karşısındaki Merchant’s Arch’tan yürünebilir. Bu Ha’penny Köprüsü de ilginç bir köprü, eskiden half penny verilip geçildiğinden adı Ha’penny olarak kalmış. Köprü 1816’da yapılmış. İlk demir köprü. Aslında Liffey Nehrinin üzerinde sırayla pek çok değişik köprü var. Bunlardan biri O Connell Köprüsü, Samuel Beckett köprüsü de en modern görünüşlü olanı sanırım. Tabii bir James Joyce  köprüsü de olmazsa olmazdı. Bütün bu köprülerin farklı yapılarda olmaları da ilginç.

  • Ha'penny Köprüsü
    Ha’penny Köprüsü


    Biz sergideyken Gül aradı ve Miço’nun kabız olduğunu bildirdi. Zavallım sanırım sinirsel. Bir de gece biz yatmadan önce tuvalete gider, sonra yatardı. Şimdi ben de yokum, iyice sinir olmuştur. Yaş mama bağırsaklarını çalıştırır, ama alerji yapıp kaşındırdığı için vermiyordum. Bu durumda yaş mama verelim, işe yaramazsa, malt ekstresini deneriz diye konuştuk. Miniğimin doğru dürüst yiyip içmeyip bizi bekliyor, olması düşüncesi içimi burktu. Seyahatlerde ne kadar eğlenirsem eğleneyim, Miço hep aklımda oluyor, Allahtan Gülgün var ve onunla candan bir biçimde ilgilenebiliyor.
    Öğle yemeğini İrlanda yemekleri yapan bir restoranda yedik. Temple Bar’da Shack Restaurant. ( www.shackrestaurant.ie ) Ben kuzu haşlama yedim, içinde havuç ve patates de vardı, hoşuma gitti. Öncesinde domates çorbası içtim. Çorba domates sosuna benzeyen yoğun bir karışımdı. Yanında kahverengi ekmek ile servis ettiler. Burak milföy hamurlu bir böreğin içinde biftek yedi. Steak and Guinnes pie. Hüsam ise somonlu bir kiş yedi. Yemekten sonra Liffey Nehrinin kuzeyine geçtik. Epeyce yürüdükten sonra Leprechaun Müzesine gittik.( http://www.leprechaunmuseum.ie/ )Mitolojik varlıklar her zaman ilgi alanıma girmiştir. Jervis Street’teki bu müzeye gitmeyi de daha İrlanda’ya gitmeden aklıma koymuştum. Hatta Twitterdan ekledim, facebooktan buldum.  Burak ve ben Müzeye girdik, Hüsam girmek istemedi. Sonradan biz de hayal kırıklığına uğradık doğrusu. Leprechaunlar, fairy ve giantlar hakkında dandik birkaç bölüm ve işlerini çok sevdikleri belli olan çalışanlar dışında bir şey bulamadık. Leprechaunların Amerikalıların bakış açısından yansıtıldığını anlatan müze rehberi çok da haksız sayılmazdı. Yine de minik leprechaunları seviyorum. Müzeden bir hatıra coin verdiler. Müzeden sonra Jervis Shopping Center’a uğradık. Ama çok da ilgi çekici gelmedi. Hüsam bu yakınlarda bir Asya Marketi keşfetmiş biz müzedeyken . Markette bir dolu Türk, Arap, Hint mamülü vardı. Aytaç Beyaz peyniri bir de amba aldık. Daha önce görmediğimiz Uzak Doğu sebze ve meyveleri de gördük. Et tabii ki helaldi. Dönüşte Hüsam elindeki torbalardan birini düşürüp amba kavanozunu kırdı, o dükkana tekrar uğramamız gerekecek.
    Bugün gezmek isteyip de gezemediğimiz bir yer de Dublin Castle’dı. Bu gibi tarihi yerlerin hemen hemen hepsi turla geziliyor, kendi başımıza gezmeye izin yok. Bu da tur saatini beklemek gibi bir durumu ortaya çıkarıyor ki, kısıtlı zamanı olanlar için gerçek bir tercih sorunsalı yaratıyor. Dublin Castle’ın bahçesinde ilginç bir sergi sona erdiriliyordu. Kumdan heykeller yapan bir grup harika heykeller yapmış. Bugün bu serginin son günüymüş, kumdan yapılmış heykelleri birer birer bozuyorlardı. Kışın kumun yerini buz ve kar alıyormuş. Duthain Dealbh Group’un sitesi de var. Burak da pek çok fotoğraf çekti.  ( http://irishsand.com/sculpters.php ) Bu arada Castle ile ilgili olarak söz etmeden geçemeyeceğim bir Adalet Heykeli meselesi var.  Ana kapının üzerinde Adalet heykeli yer alıyor. Heykel arkası şehre dönük vaziyette duruyor. Bu nedenle Dublinliler onu İngiliz hakimiyetinin simgesi olarak görüyorlar. Gözleri bağlı değil. Heykelin kafasından aşağı süzülen yağmur suyu kolu boyunca akarak elinde tuttuğu metal teraziye dolup terazinin dengesini bozuyormuş. İngiliz adaletsizliğini simgeleyen bu hoş heykele bayıldık.

  • Dublin Castle
    Dublin Castle
    33649_447686263685_353094_n
    Adalet Heykeli
    33649_447686268685_4917128_n
    Kumdan Heykeller Sergisi


    Bu akşam dün akşamki kadar soğuk değil. O yüzden Castle’a dönelim diye tutturmadım. Üç saat kadar caddelerde dolaştık. Pek de bir şey yaptığımız söylenemez. Özellikle Temple bölgesindeki publar ve lokantalar çok hareketli oluyor. Pubların önü dışında da hiçbir yer kalabalık değil. İnsanlar beş gibi işlerinden çıkıp evlerine kapanıyorlar. Hoş bir parka girdik. Sabah da bir başka parkta muffin yiyip cappucino içmiştik. Çocuklu aileler çok. Çocuğu olanların da en az üç çocuğu var. Hüsam bak AKP buraya da gelmiş dedi. Yollarda dolaşırken İrlanda kapılarına hayran kalıyoruz. Hüsam onların önünde fotoğraf çektirmek istedi, Türkiye’ye dönünce de Saklıköy’deki kapıyı maviye boyamayı düşündük. Bu konuyla ilgili bir de efsane var. Ne kadar doğrudur bilinmez ama geceleri publarda içki içip sarhoş olan erkekler bütün evler birbirine benzediği için yanlış kapıları çalarlarmış, hatta yanlış yataklara atlarlarmış. O yüzden kadınlar çareyi evlerinin kapılarını kırmızı mavi gibi belirgin renklere boyatmakta bulmuşlar. Bir alternatif hikaye de kraliçe Viktoria’nın ölümünden sonra tüm kapıların siyaha boyanmasının emredilmesi ve buna karşı çıkan İrlandalılarında ellerine geçirdikleri en parlak renklerle kapılarını boyadıkları yönünde. Doğrusu ya ben bu ikinci hikayeyi daha çok sevdim.
    Akşam dokuz buçuğa doğru eve dönüyoruz, bu kez Dalkey’de inip taksiye binerek. Akşam ise TV’yi kurcalayıp, bazı kanallarda filmler bulup seyrettik. James Bond serisi var bir kanalda. Her gün en az birisine rastlıyoruz.

  • İrlanda Kapıları
    İrlanda Kapıları


    31 Ağustos 2010


  • Sabah biraz geç uyandık. Kahvaltı biraz uzadı ve Star Trek’ten de iki bölüm birden seyrettik. Doğramacı ailesi olarak yine giderek yayılmaya başladık, bunu acilen engellemek lazım.
    Sabah Dalkey’e yürürken University College Dublin’e  gidip,
    ( http://www.ucd.ie ) Burak’ın ilgilendiği bölüm adına üniversiteyi gezmeye karar verdik. Önce Dun Laoghaire’ye yakın zannediyorduk, ama Dun Laoghaire’de  bir emlakçiye sorduktan sonra pek de yakın olmadığını anladık. Belfield bölgesine gitmek için bir otobüse binmemiz gerekiyordu. On beş dakikalık bir yolculuktan sonra üniversiteye ulaştık. Burada yollar iki şerit ve dar. Buna rağmen koskocaman iki katlı otobüsler kuş gibi uçuyorlar. Üniversite pek sevimliydi. Kocaman bir havuzun içinde martılar, ördekler, kuğular birlikte yüzüyorlardı. Kapıdan kimse bir şey sormadan geçtik. Hüsam dalga geçti benimle, valla polis kimlik sorar olayına o kadar alışmışız ki, durmadan arkamızdan takip ediyor bu his bizi.  Bir yarım saat dolaştık. Para bozdurduk dönmeden önce, yine otobüse bineceğimiz için, daha sonra otobüse binip şehir merkezine gittik.
    Dün müzelerin bir kısmı kapalı olduğu için müze gezme işini bugüne bırakmıştık. İlk gittiğimiz müze arkeoloji müzesiydi. ( http://www.museum.ie/en/homepage.aspx ) Burası National Museum’a ait dört bölümden birisi. Bu dört müzeye giriş ücretsiz. Müzede rehberli turlar da var, ama biz rehbersiz olarak gezdik. Ortaçağdan kalma hazineler, Vikinglerden kalma metal işlemeler, bir Mısır Galerisi ve buzul çağından kalma insan kalıntıları vardı. Ben en çok nehir kenarlarında  bulunan bogların içinde kalan insan kalıntılarını sevdim. Bu katman topraklar insanların bozulmadan kalmasını sağlıyormuş. 3-4 tane kalıntı vardı. Derileri üzerlerinde, bir kısmının saçı, tırnağı dişi olduğu gibi duruyordu. Hele bir tanesinin tırnakları manikürlüydü. Çoğu aristokratlarmış, ve öldürülmüşler. Cesetlerin tamamı yoktu, birisinin vücudunun yarısı vardı.
    Altın takılar da ilginçti. Özellikle kulağa takılan ve kulakta kocaman bir delik açan küpeler ki önceleri bunları kutu sanıyorlarmış, şaşırtıcıydı. Birçok süs malzemesinin büyüklüğü ilgi çekiciydi.  Bir de büyük bir kayık gördük. Çok uzun bir kayıktı.  Müzenin satış mağazasından kendime bir kelt desenli yüzük aldım. Birkaç tane de ufak hediye aldık, Burak ile beraber. Öğle yemeğini de müzede yedik. Saat üç filandı sanırım. Ben elmalı pay, cappucino ve patatesli kek yedim.
    Müzeden çıkıp yürüyerek Doğa Tarihi Müzesine gittik, ama bir saat kalmıştı kapanmasına. Tam içeri girdik Gülgün aradı. Miço’nun iyi olduğunu ve kabızlık probleminin düzeldiğini söyledi, sevindim. Sonra müzenin yalnızca alt katını gezebildik. Orada da doldurulmuş kuşlar, börtü böcek vardı. Ama  anofellerden, karıncalara, cırcırlardan, mothlara her şey. İnsan kuşlara da acıyor. Burak azıcık üst kata da çıkmış, orada her tür hayvan olduğunu tarsier bile bulunduğunu söyledi. Tekrar gelmeye karar verdik.
  • Doğa Tarihi Müzesinden
    Doğa Tarihi Müzesinden


    Bugün yolda bir arabada patlayan bomba sonucu   17 Mayıs 1974 yılında ölen iki kişi için konulan bir plakete rastladık. 

  •  Remembrance / Bomba sonucu ölen 2 kişi anısına yola konulan anma plaketi, bizde olsa tüm yolları kaplamak lazım!

    Remembrance / Bomba sonucu ölen 2 kişi anısına yola konulan anma plaketi, bizde olsa tüm yolları kaplamak lazım!


    Bugün kendime parlak fuşya rengi bir yağmurluk aldım. Biraz kalın. Kazağımın üzerine giydiğimde artık üşümüyorum.
    Sonra dışarı çıkıp sokaklarda gezdik. Temple Bar’a gittik. Pek çok sokak şarkıcısı vardı. Amatör, yarı profesyonel pek çok şarkıcı ve grup akşam performansını gerçekleştiriyordu. Tüm orkestra enstrümanlarını taşımış gruplar da vardı. Kimi ise sadece bir akordeon, trumpet, ya da İrlanda flütü ile müzik yapıyorlardı. Bazı gruplar CD’lerini de satıyorlardı. Onları dinledikten sonra eve döndük, tesadüfen aynı taksi şoförüne rast geldik. Adam hangi saatte dönsek orada.
    Dönüşte çorba ve fırında patates yaptık, sarımsaklı ekmeğimizle yedik, nefis olmuştu.

  • Sokak Çalgıcıları
    Sokak Çalgıcıları


     
     
    01 Eylül 2010
    Bugün yine on bir gibi çıkıp her zamanki gibi Dalkey’e yürüdük. Şehir merkezine gittikten sonra Pearse istasyonunda inip tramvaya binmek üzere bilet almak için makineye bakıyorduk ki, gençten bir adam önce Hüsam’a açıklama yapıp, sonra da kahve parası istedi. Neyse biletimizi aldık ve Liffey’in kuzeyine doğru yola çıktık. Dörtlünün National Museum of Ireland, Decorative Arts and History, Dekoratif sanatlar ve Tarih Müzesini gezmek istiyorduk. Burası çok geniş bir alanda eskiden Collin Barracks adı verilen askeri barakaların müzeye dönüştürülmesi sonucu oluşturulmuş bir mekan. Bu barakalar tamamen yenilenip restore edilmiş. Etkileyici büyük bir avlusu var, avluya sıralanmış askerlerin ruhlarını hissedebiliyor insan, müzeye dönse de ruhunu hiç kaybetmemiş. İrlanda’nın ekonomik, sosyal, politik ve askeri gelişimini izleyebileceğimiz bir biçime bürünmüş. Çağlar boyunca elbiseler, mobilyalar, İrlanda’nın askeri hayatı, IRA dahil, tüm ülkelerdeki askeri çalışmaları yer almaktaydı. İki tane sergi gerçekten ilgi çekiciydi. Bunlardan birisi Irish High Cross Exhibition’du. Büyük haçların replikalarını  yapmışlar ve İrlanda’nın ulusallaşmasını pekiştirmek için yapılan bu haçları sergilemekteydiler. Bu haçlar 12 metre yüksekliğinde, devasa şeyler, çok etkileyici görünüyorlardı. İkinci sergi 1878 doğumlu İrlandalı Eileen Gray ile ilgiliydi. Bu hanım İrlandalı bir mobilya tasarımcısı ve mimar olup, özellikle lake üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyormuş. Döneminin gerçekten olağandışı kadınlarından birisiymiş. Hatta sonradan kendisinin biseksüel olduğunu, dönemin entelektüel kadın ve erkekleriyle birlikte olduğunu okudum. Müzede yaklaşık olarak 3 saat kadar kaldık. Oradan çıkınca Guinness Storehouse’a gittik.( http://www.guinness-storehouse.com/en/somehistory.aspx ) St James Gate  Brewery’de konuşlanmış Storehouse Guinness birasının yapımıyla ilgili turlar yapıyor. Tadım laboratuarına gidip siyah bira tadılabiliyor, turu alanlara bir adet alkollü  ya da alkolsüz bira hakkı veriliyor. En üst katta bulunan Gravity Bar’da şehrin silueti izlenebiliyor.. Tepeden pek çok önemli bina gözüküyor. Bütün bu binaların tarihini de içeren bir broşür hazırlamışlar. Guinness Storehouse’ın satış mağazasından Hüsam ve Burak birkaç hatıra eşyası aldılar. Binanın girişinde bulunan Arthur Guinness’in 1759 tarihinde imzaladığı anlaşmanın kopyası ilginçti. Arthur Guinness St James Gate Brewery için yıllık 45 pound kira ile 9000 yıllık bir anlaşma imzalamış. Biranın dört şeyin karışımından yapılmış olduğunu da öğrenmiş oldum, ne işe yarayacaksa. Arpa, su, maya bir de şerbetçi otu.

  • Collin Barracks
    Collin Barracks

    65130_447702898685_4119685_n

  • Arpalar
    Arpalar
    Gravity Bar'dan manzara
    Gravity Bar’dan manzara
    Guinness Warehouse
    Guinness Warehouse
    Bira
    Bira


    Dışarı çıktığımızda saat beşe yaklaşıyordu. Her yer kapanmaya ve insanlar evlerine dönmeye başlamışlardı. Aslında yine bu civarda olan Kilmainham Gaol adlı eski cezaevine gidecek zaman kalmamıştı, biz de Phoenix Park’a gitmeye karar verdik.( http://www.phoenixpark.ie/ ) Bu yorgunluğun üzerine de gayet iyi oldu. Phoenix Park 790 hektarlık bir alan üzerinde kurulmuş, Avrupa’nın en büyük şehir parkı. Dublin Hayvanat Bahçesi de bu parkın içinde ama onun saati geçmiş olduğundan gezemedik. Epeyce yürüdükten sonra bir gölet  kenarında  oturduk, pek çok kişi ya köpekleri ve çocuklarıyla dolaşıyor, ya da koşuyorlardı. Gölet ördekler, kuğular ve pek çok başka kuşla doluydu. Hele kuğular. Beyazların yanı sıra kahverengi kuğular da vardı ki, sıra olmuş yüzüyorlardı. Gülgün ile konuştuk. Hava çok güzeldi ve görüntü muhteşemdi. Çok huzur doluydu.

  • Phoenix Park
    Phoenix Park

    Phoenix Park
    Phoenix Park
  • Phoenix’ten sonra şehir merkezine döndük. Grafton Street’teki Molly Malone heykelinin önünden geçtik yine. Buraya ilk geldiğimizde heykelin önünde genç bir adam vardı. İşini kaybetmiş. Elinde bir tebeşir çok güzel bir yazıyla hayatının şiirini yazıyordu. Herkes de onu seyrediyor, kimileri çanağına para atıyordu. Bu akşam aynı adam yine oradaydı. Bu Molly heykeli de çok ilginç . En çok bilinen İrlanda Cockles and Mussels adlı şarkıda bu Molly Malone anlatılıyor. El arabasıyla resmedilen bu Molly sokaklarda Cockles and mussels ( Midye ve deniz tarağı) diye bağırarak dolaşıyormuş. Akşamları ise çekici kıyafetler giyip Trinity gençleriyle buluşurmuş. Yıllar sonra onun anısına bestelenen şarkı şöyle :
    Molly Malone (cockles and mussels)
  • Molly Heykeli ve Hüsam
    Molly Heykeli ve Hüsam


    in Dublin’s fair city where the girls are so pretty I first set my eyes on sweet Molly Malone as she wheel’d her wheel barrow through streets broad and narrow crying cockles and mussels alive, alive o!


  • alive, alive o!, alive, alive o! crying cockles and mussels alive, alive o!

  • she was a fishmonger but sure ’twas no wonder for so were her father and mother before and they each wheel’d their barrow through streets broad and narrow crying cockles and mussels alive, alive o!

  • she died of a fever and no one could save her and that was the end of sweet Molly Malone but her ghost wheels her barrow through streets broad and narrow crying cockles and mussels alive, alive o!

  • Bu heykel ayrıca konuşma dilinde The Tart With The Cart”, “The Dish With The Fish”, “The Trollop With TheScallop(s)”, “The Dolly With the Trolley”, and “The Flirt in the Skirt” olarak biliniyormuş.
  • Şiir yazan genç
    Şiir yazan genç
  • Grafton Street’in Güney ucunda Dublinlilerin düğün pastası dedikleri St Stephen’s Green Shopping Center’a gittik. Oraya giden cadde de oldukça hareketli, pek çok mağazanın olduğu bir yer. Birkaç tanesine girip gezindik. Sonra bir kahve içmek için Bewley’s’e girdik.( http://bewleys.com/bewleys-grafton-street-cafe ) Burası oldukça kalabalık ve çok popüler bir mekan. Kahve içip, tatlı bir şeyler yedik. Ben cheese cake yedim ve cappucino içtim her zamanki gibi. Bu St Stephen’s Green Shopping Center’ın içinde Mothercare’de var ve ben gitmeden önce bazı arkadaşlarımın ve akrabaların bebekleri için bir şeyler almak istiyorum. Sanırım son iki gün içinde buraya uğramamız gerekecek. Grafton’da bir de müzik mağazasına girdik, ben sci-fi DVD’lerine baktım. Temasına göre tüm Star Trekler’den oluşturulmuş DVD’ler hoşuma gitti, ama çok pahalıydı almadım.
    Akşam katımıza döndük. Hüsam daha önce aldığı kara lahanadan içine patates püresi de karıştırıp nefis bir yemek, yaptı. Ayrıca sarımsaklı ekmeğimizi ve spagettimizi yedik. Azıcık TV seyredip yattık.
    2 Eylül 2010
    Sabah erken çıkmaya çalıştık. Saat on gibi tren istasyonundaydık. Toplu taşıma ile gayet güzel idare ediyoruz burada. Metroya da ihtiyaç yok gerçekten, ufacık bir yer çünkü. Bir sıkış tıkışıklık pek gözükmüyor. Sadece sabah çok erken saatlerde ve iş çıkışında trende bir miktar yoğunluk gözüküyor, o da rahatsız edici ölçüde değil.
    Bugün trenden sonra nehrin kuzeyine doğru yürüdük. Yazarlar Müzesine giderken O’Connell Caddesinden yürüdük. Bu cadde üzerinde bir çok anıt ve heykel var. Daniel O’Connell Anıtı ve sosyalist Jim Larkin anısına yapılan anıt bu caddedeler. Sonuncusu İrlanda’nın en büyük alışveriş merkezi olan Clerys’in çalar saatinin karşısında. Bu alışveriş merkezine de girip on beş dakika kadar dolaştık, yarın bir ara gelip yeniden bakmaya karar verdim. Yine yürüyüp Parnell Square’a geldik. Dublin City Gallery ve Writers Museum yan yana, biz Yazarlar Müzesine girdik. Aslında National Gallery’deki resimleri de gezmedik. Bu müzeyi bilinçli olarak gezmedik. Şimdiye kadar her gittiğimiz yerde galerileri geziyoruz, mutlaka yarım saat gidiyor ve bir süre sonra tüm resimler birbirine benzemeye başlıyor. Zaman kısıtlı olunca bazı yerleri bırakmak zorunda kalıyor insan. Örneğin kaldığımız yere oldukça da yakın olan Sandycove’da James Joyce Museum var. James Joyce Ulysess’in ilk bölümünü orada yazmış. Dun Laoghaire’den 59 numaralı otobüsle gidilebiliyor, ama randevulu ziyaret edilebiliyormuş, oraya da zaman kalmadı. Ama Yazarlar Müzesi ( www.writersmuseum.com) ülkenin tüm yazarları ile ilgili ayrıntılı bilgi edinmemizi sağladı. Müzeye girerken kulaklık aldık, bu kulaklıkla tüm odaları ve yazarların hayatlarını dinleme olanağı bulduk. İrlanda’nın en ünlü yazarlarının hemen hepsinin ülkeyi  terk edip, başka ülkelerde yaşamış olması üzücü tabii. Dünyaca ünlü bu yazarların çoğu da Trinity College’da eğitim görmüşler. Hemen her yerde yazarların resimleri, “hayat öyküleri, hatta kişisel eşyaları vardı. Müzeyi gezdikten sonra Hatıra Defterine de bir şeyler yazdık. Bir baktık ki, bizimle aynı anda Pınar diye bir kızcağız da müzeyi gezmiş. Yazıyı Türkçe yazmayı tercih ettik, herkes İngilizce yazıyor çünkü. Kitap satış yerine uğramayı da ihmal etmedik. Kendime bir öykü antolojisi aldım. Özellikle daha önce okumadığım bazı İrlandalı yazarların öykülerini merak ediyorum.
  • Yazarlar Müzesi
    Yazarlar Müzesi
    Hüsam Yazarlar Müzesinde
    Hüsam Yazarlar Müzesinde


    Müzeden çıktıktan sonra yine Kuzey Kıyısında dolaşmaya devam ettik. Bir yerden sandviç alıp, Liffey nehri kıyısındaki banklara oturup, öğle yemeğimizi yedik. Manzara ve hava çok güzeldi. James Gandon’un eseri olan Custom House’un önünden geçip, Custom House Quay üzerinde bulunan Famine Memorial’a kadar geldik.Bir dolu bronz figürden oluşan bu kıtlık heykelleri çok etkileyiciydi.Burak yine bir çok fotoğraf çekti. Gate Tiyatrosu da bu taraflarda ve şu sıralar Satıcının Ölümü oynuyor. Aslında gitsek mi diye düşündük, iyi de olurdu, ama başka şeyler görme dürtüsü ağır bastı.

  • Famine Memorial
    Famine Memorial
    64445_447703723685_433679_n
    Famine Memorial


    Kuzeyde bir antikacıda minik bir yüksük gördüm. Hüsam da bir kapı kolu beğendi, ama antikacı dükkanda yokmuş, başka biri geçici bakıyormuş, uğrayabilirsek yarın uğrayacağız.
    Yarım bıraktığımız Doğa Tarihi Müzesini gezme işini tamamlamaya karar verdik. Müzeye gidip doğruca ikinci kata çıktık. İki tane çok büyük ren geyiğinin yanı sıra, akla gelebilecek hemen her türlü hayvanın doldurulmuş hali vardı. Ayılar, kutup ayısı, karıncayiyenler, sincaplar, aslan, kaplan, her tür maymun, hatta ornitorenk bile vardı. Epeyce kaldık müzede, iki saat kadar olabilir. İnanılmaz, hayvanlara acısam mı, yoksa hayranlıkla baksam mı bilemedim.

  • 65353_447686808685_2811524_n
    Doğa Tarihi Müzesi

    64445_447703733685_4079945_n
    Saat 8’de Trinity College’daki bir fotoğraf sergisine gittik. Bu sergi bahçede ve saat 8.00- 10.00’, arası  açık kalıyor. Oldukça büyütülmüş fotoğraflar ışıklandırılıyor, ve her gezen de hayranlıktan dudakları uçuklamış bir biçimde dolaşıyor. Bu Red Bull Illume, Aksiyon ve macera sporları yapanların fotoğraflarının oluşturduğu on kategoride ödül almış fotoğrafçıların sergisi.(http://www.redbullillume.com/exhibition/dublin.html ) hem sporları yapanlar hem de fotoğrafları çekenler özel bence.
    Sergiden sonra eve geldik. Hüsam kirli çamaşırları yıkayalım nasılsa çamaşır ve kurutma makinesi var dedi, ben de makul buldum. İlk partiyi attık. O arada televizyon ve ocak da çalışıyordu. Çamaşırların yıkanması bitmişti ki,  birden sigorta attı. Castle’ı arayıp birini çağırdık, gelen adam bir şey yapamadı, yarın sabah elektrikçi göndereceklerini söylediler. Biz de ıslak çamaşırları kurutma makinesine atmalarını istedik, olur dediler. Yarın artık hatıra eşyalar filan alalım, yarım kalan işleri tamamlayalım diye düşündük.


  • 3 Eylül 2010
    Bugün son günümüz. Bir iki şey almak için müzeye, antikacıya, St Stephens Green Alışveriş Merkezindeki Mothercare’e uğruyoruz. Bir de Clergys’e tabii. Bu çok katlı alışveriş merkezi pek çok ünlü ya da benim tanımadığım markayı bir araya getirmiş. Bir katta somon rengi bir palto ve içine giyilen somon rengi bir saten abiye elbise gördüm, muhteşemdi. Ama çok pahalıydı. Bir ara Burak ayrı biz de Hüsam ile ayrı dolaştık. Sonra tekrar buluştuk. Öğle yemeğini yine O’Neills Barda yedik. Geçen defaki gibi yemekler nefisti. Grafton ve Nassau Caddelerinde geziyoruz. Viking otobüslerine binip binmemek konusunda karar birliğine vardık, binmeyeceğiz. Tam bir para tuzağı, yine de Kafalarında Viking şapkalarıyla içerde oturanlar çok komik gözüküyorlar. Belki bir dahaki sefere bunları deneriz.
    Her gün trenden indikten sonra ve binmeden önce geçtiğimiz yolun üzerinde bir dükkan var. Kapı tokmakları ve kapıların üzerine yapıştırılan levhalardan ayrıca kapı çanları filan satıyor. Bugün oradan kendimiz ve Gülgün için iki levha aldık. Benim levhanın üzerinde A cat and its staff live here yazıyor.
  • 76953_462338873685_4414114_n
  • Ayrıca Saklıköy’de kapıya koymak için kapı tokmağı da aldık. Daha sonra yemeğe gittik. Yine bir bar-restoranda İrlanda yemeği yedik
    Sokaklarda yürürken İrlandalıları sevdiğimi düşünüyorum. Haritaya bakarken hemen “Yardım edebilir miyiz?” diye soruyorlar. Ellerinde sigaraları yollarda yürüyorlar. Bu arada kapalı mekanlarda sigara içmeyi yasaklayan ilk ülkeymiş İrlanda. Kırmızıda beklerken bir miktar bekleyip ışık yeşile dönmeden karşıya geçiyorlar. Aynı biz Türkler gibi. Gerçi biz o ilk birkaç saniyeyi de bekleyemiyoruz ya neyse. Bol bol dilenci var, parayı kahve parası olarak istiyorlar, canını sevdiğimin medeniyeti, hiç  “Karnım aç”  diyen olmadı. Bir tane de sokakta yatan evsiz gördük, daha soğuklarda nerede yatıyordu bilmem. Annem yaşında hanımlar görüyorum trenlerde. Mutlaka kitapları oluyor. Evlerinin salonundaymış gibi zarif ifadelerle gözlüklerini çıkarıp kitaplarını okuyorlar. Kafelerde lokantalarda hiç kimse birbirini gözetlemiyor, dik dik bakmıyor. Herkes kendi halinde. Sokaklarda müzik yapan bir dolu insan var, genç yaşlı.
  • Lambalar
    Lambalar


    Spor yapan çok. Kediler evlerde,  sokaklarda köpekler dolaşıyor. Genç annelerin iki üç çocuğu var. Biz buradayken ilköğretim okulları açıldı. Çocukların formaları bizimkilere pek çok benziyor. Hatta kızların etekleri bizim kızlarınkinden daha uzun. Erkekler ceket giyiyorlar ve kravat takıyorlar. Hiç şımarık bir tavırları yok, gayet düzgün gençler. Bugün Castle’a geri dönerken aldığım gazetede, ilköğretim çağında 13 yaşında öldürülen bir kızdan bahsediliyordu. Kızın niye öldürüldüğüyle ilgili ayrıntı yoktu , ama vaktinden önce büyümeye çalıştığı hakkında yorumlar vardı. Bu yazı tarzı hoşuma gitti. Bizde olsa kızın çarşaf çarşaf sözde gözü kapalı ve açık fotoğrafları en uzak komşusuna kadar yorumlar, en ince ve mahrem ayrıntılar ortaya dökülürdü. Burada sadece annesinin ve ailesinin ne kadar bedbaht olduğu, arkadaşlarının mezarına çiçek koyduğu kızın aslında samimi, cana yakın ama çabuk büyümeye çalıştığı ile ilgili yorumlar vardı.
    Aynı gazetede bir de engelliler için çalışan engelli bir kızın yine Dublin’de yaptığı araştırmalarla ilgili bir köşe yazısı okudum. O da ilginçti. Biz Dublin’e geldiğimizden beri sanki her yer engelliler gözetilerek düzenlenmiş gibi. Kaldırımlar, tuvaletler şu bu. Ama yazıyı okuduktan sonra aslında pek de öyle olmadığını anladım. Mesela tren ve otobüslerde engelliler için ayrılmış yerler varmış, ama başka şeyler koymak için kullanılıyormuş, ya da bazı duyarsız yolcular oraları kapatıyorlarmış, ya da lokantalarda engellilerin kullanacakları yollar yokmuş. Aslında Hüsam’la konuyu konuşunca ” Bu kız Türkiye’ye gelse, aman Allah Dublin cennetmiş bu konuda !”  diye geri döner dedi. Mesela ben müzelerde çok fazla engelli gördüm, hem de tekerli sandalyede ve kolları da çok yeterli çalışmayan gençler, ya da sokaklarda yürüteç ve bastonlarla yürüyen yaşlılar. Hele o yaşlılar yorulunca yürüteçlerini sandalye haline getirip oturuyorlar ve her yere girip çıkabiliyorlar.
    Eve erken dönelim dedik. Elimiz kolumuz doluydu. Dalkey’de taksi bulamadığımız için yukarı yürüdük, bir ara yanlış sokaktan saptığımız için yolu da uzattık hatta. Döndüğümüzde çamaşırlar kurumuştu, bavulları yerleştirdik, yemek yedik, Hüsam ve Burak Dalkey’e yürüyüşe gittiler, ben uyumayı tercih ettim. Ne de olsa sabah erkenden çıkacağız.

  •  
    4 Eylül 2010
     
    Sabah banyodan sonra taksi çağırdık. Taksi geldi ama kapı kilitlenmiş açamadık. Taksi şoförü yardımcı oldu, Dalkey’e gittik, havaalanına gidecek otobüs bekliyordu. Hava yine soğumuş, biraz yağmur atıştırdı. Yolları seyrede seyrede ve ilk geldiğimiz günü de hatırlayarak havaalanına vardık. Check-inden sonra kahvaltı etmediğimiz için bir yerde bir şeyler yedik. Sonra duty free gezmeye başladık. Son alışverişimizi de burada yapıp, uçağa binmek üzere yola koyulduk. Bu kez bir Airbus ile uçacaktık. Yağmur altında uçağa bindik. Miço’yu göreceğim için çok heyecanlıydım. Uçuş iyi geçti, korkacak bir durum olmadı, yine okuyarak İstanbul’a vardık. Saat altı yedi olmasına rağmen havanın sıcaklığı ülkeye döndüğümüzün ilk göstergesiydi, daha sonra pasaport kontrolda kuyrukta kavga çıkınca Türkiye’ye döndüğümüze iyice emin olduk. Gülelim mi ağlayalım mı, ne yapacağımızı bilemedik.
    Evde Miço bizi bekliyordu, buluştuğumuza çok memnun olmama karşın, göremediğimiz  Japon bahçeleri, Castle’lar, tablolar, mumya müzeleri, tiyatro eserleri ve pek çok başka şey aklımda kalmıştı ve Hüsam can alıcı soruyu sordu “ Bir daha gider miyiz ?”

2 Comments


  1. // Reply

    yazıların, fotoğrafların, blogun çok güzel..
    Yazmaya ve paylaşmaya devam..
    Selma Er.


    1. // Reply

      Teşekkürler Selmacım.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *