by

İtalya Günlüğü / 2003

 scan095

16 Ağustos 2003

 

Sabah erkenden kalkıp valizleri yerleştirdik. Evi toparladık, dış cephenin boyanma olasılığı nedeniyle balkonu içeri taşıdık. Çiçekleri de mutfakta bir araya topladık. Miçocuğu dün gece anneme bıraktığımız için o konuda rahattık.

Saat 12:00’de yola çıktık. Çıkmadan önce annemi ve kayınvalidemi aradık. Gülgün telefon edip evlilik yıldönümümüzü kutladı. Nedense ameliyat olduğum yıl hariç son yıllarda evlenme yıldönümümüzde hep yurtdışında oluyoruz. Gül Adalet Evinde havuzdaymış, başsağlığına misafir geleceği için annem ona katılamamış. Miçocuk sabahleyin epeyce ağlamış, sonra da gidip anneannemin yatağının arkasına yatıp uyumuş. Canım benim! Onu şimdiden özledim. Kedilere delice bağlanmam beni harap ediyor.

Havaalanında Hüsam arabayı otoparka bir haftalık abonelik alarak bıraktı. Böylesi daha ucuza geliyormuş. Elli milyon kadar bir bedeli var. Ben bu arada Burak ile birlikte valizi taşıyıp check –in yaptırdım. Ama kontroldan geçerken eşek ölüsü gibi şeyi kaldırmak ikimize kaldı, epeyce zorlandık. Bavul 31.5 kilo geldi. Ama tek bavul ile tatile çıkmamız seyahat tarihimizde bir ilk sanırım. Ben Türk Dili Edebiyatı ile ilgili iki tuğla kitabımı, yani Orhan Soysal’ın Eski Türk Edebiyatı Metinleri ve Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı tarihi, ruhlarla ilgili Eski Türkçe bir kitap- malum Eski Türkçe okumam akıcı hale getirilecek- Antropoloji ile ilgili essaylerin olduğu bir başka kitap- bu da İngilizce akademik terminoloji anımsamasına yarayacak- iki tane sözlük- biri İngilizce, öbürü İtalyanca, İskender Pala’nın Efsane Güzeller isimli kitabımı bavulun içine saklamaya çalıştıysam da Hüsam’ın hemen gözüne çarptı tabii. Adamcağız La havle çekerek iki tuğladan hiç olmazsa birini bırakmamı teklif ettiyse de kabul etmedim.

Adam başı 70 dolar harç pulunu ödedikten sonra Advantage Club Lounge’a çıktık. Bizimkiler yiyecek içecek bir şeyler alıp, geniş koltuklara oturdular. Ben iki üç tane kayısı yedim portakal suyu içtim. Bir saat kadar bekledikten sonra uçağımıza bindik. Uçak hıncahınç doluydu. Bir uçağın inişini bekledikten sonra pilot öyle bir kalkış yaptı ki hepimiz yerlerimize yapıştık ve karnımızın altı fena halde gıcıklandı. Resmen aklımız çıktı da diyebiliriz. Herif dimdik kalktı sanırım. Neyse biraz kendimize geldikten sonra Alitalia ikram faslına geçti. Hafif bir kahvaltı ikram ettiler. Peynir, salam, beyaz peynirli bir minik sandviç, tatlı ve meyveden oluşan paketi bitirdikten sonra bir de kahve içtim.

Uçağın host ve hostesleri iki erkek iki dişi oldukça laubali olup paketleri toplama anında hala lak lak edip sandviç yemekteydiler. Özellikle bir tanesi hosttan çok pilota benzeyen iri yarı bir adamdı. Pilota gelince, acayip konuşkandı. İtalyanca ve İngilizce bıdı bıdı konuştu durdu. Maalesef ses düzeninin kötülüğünden ne İngilizcesi ne İtalyancası anlaşılamadı. Biz de hosteslerin sakinliğini temaşa edip herhalde kötü bir şey yoktur diye düşündük.

Yolculuk tamı tamına iki saat sürdü. Roma’ya indikten sonra otelimize nasıl ulaşabileceğimize dair Turizm Bilgi Merkezinden bilgi aldık. Bize taksi yerine minibüs önerdi. Havaalanından tesise kadar 60 km kadarmış. Bunun yarısı havaalanından şehir merkezine kadar olan yoldu. Bizimle birlikte Kanadalı üç kişi de minübüse bindi ve şehir merkezindeki bir otele indiler. Bu arada oldukça konuşkan olan şoförden dolayı kısa bir sightseeing tur da almış olduk.

Bizim girişimizi yapan fıstık İngilizce, İtalyanca ve Fransızca’yı çok akıcı bir şekilde konuşan bir esmer güzeliydi. Adının Nadya olduğunu duyunca sorduk, bir parça Rus kanı da olduğunu söyledi. Daha sonra Mimmo isminde uzun boylu bir İtalyan çocuk bize odamızı gösterdi.

Odamıza gelip yerleştikten sonra ilk İtalyan kedimi gördüm. Sarı beyaz bir şey. Hemen fotoğrafını çektim. Balkondan günbatımı gözüküyordu, iki fotoğraf da orada çektim. Oda bir yatak odası, bir salon, açık mutfak ve tuvalet ile balkondan oluşuyor. Salondaki kanepe açılarak iki kişilik yatak haline geliyor. Yatak odasında bir kasa var. Kıymetli eşyalarımızı oraya koymamızı söylediler. Bize verilen listedeki eşyaları kontrol ettik. Bir büyük tabak eksikti, onun haricinde her şey tamam gibi gözüküyordu. Banyo yaptık, bu arada masaj zımbırtısını açan Hüsam ancak benim uyarımla suların salona aktığını fark edebildi. O keyfini kısa kesmek zorunda kaldı, ben de salonu silmek. Bizimkilere geldiğimizi bildirmek için mesaj attım, sonra annemle telefonda konuştum.

Akşam giyinip kuşanıp yemek yemek için dışarı çıktık. Hüsam bu akşam bendensiniz çocuklar demişti. Heyhat! Tesisin içindeki tek lokantada tatil yüzünden kapalıymış, Cuma günkü Meryem’in göğe yükseliş tatilinin devam ettiğini düşündük. En yakındaki lokantalarda yürüyerek gidilmeyecek mesafedeymiş. Ne yapsak ne etsek derken bell boy Mimmo imdadımıza yetişti. Bize bir pasta, soğan, yağ, tuz ile makarna sosu getirdi. Fırında ısıtılacak 3 adet de somon ekmek. Böylece kendimize nefis bir spagetti hazırlayabilecektik. Ben o nefis spagettinin hazırlanma işini beylere bıraktım. Mimmo getirdiklerinin hediye olduğunu söyleyerek para almadı.

17 Ağustos 2003

Akşam sivrisinek olduğunu fark ettiğimizden getirdiğim sineksavarlardan birini prize takmıştım. Son anda bir ikincisini almayı unuttuğuma da çok hayıflandım. Çünkü salon ve yatak odasındaki sivrisineklerin hepsi ölmediğinden Burak’ı sivrisinekler yedi. Gece su içme bilmemne bahaneleri ile üç dört kez uyandık. sabah yine de erken kalkmış sayılırdık. Restaurantta içecek ve kruvasandan başka bir şey bulamadık. Salak garson kadın water sözcüğünü anlamadığından aqua sözcüğünü anımsamak zorunda kaldık. İnsan iki üç İngilizce sözcük öğrenir böyle turistik tesiste Allahın cahili diye söylenerek, tatlı kruvasan yedim ve filtre kahvemi içtim. 9.30 shuttle’ında yer kalmadığından 10.30’u işaretlemiştik. Dönüş içinse 19.30 yerine 18.30’da yer ayırmak zorunda kaldık. Yarın için de 9.30 ve 19.30’u işaretlemeyi unutmadık. Tesiste bir Türk aile daha varmış, ama bugün onlarla karşılaşmadık.  En yakın metro durağı olan Rebibbia’ya gelince bir haftalık metro ve otobüs bileti için geçerli olacak abonman biletlerimizi aldık. Sonra metroya binip Colesseum Colesseo durağına giderek gezmeye başladık.  Hava çok sıcak, metronun içi fırın gibi oluyor, ama bazı kişiler hiç sıcak yokmuş gibi öyle cool cool oturuyorlar. Hepsine sinir oldum.

Colesseum İS 72-80 yılları arasında köleler ve mahkumların inşa ettikleri dört kademeli elips biçiminde bir anfitiatr. Kapasitesi 50 bin civarındaymış. Papalar ve prensler Colesseum’un değerli mermer kaplamalarını, traverten ve metal süslemelerini kendi kilise ve saraylarında kullandıkları için geriye yıkık labirentler kalmış. Colesseum’un yakınında ise Constantinus kemeri var. Biz yukarı doğru yürüdük, Caracella hamamlarına doğru değil. Roma forumu tarafına gittik. Bizimkiler yokuş çıkınca yorulup söylenmeye başladılar. Zaten ikisi de yürümekten hoşlanmaz.

Daha sonra Piazza Venezia’ya gidip Vittorio Emanuele Anıtını gördük. 1885’te yapımına başlanmış ve 1911’de tamamlanmış. Palazzo Venezia’dan sonra ise Capitoline tepesine ulaştık. Burada oldukça büyük bir kalabalık vardı. Çeşmelerde yüzümüzü gözümüzü yıkadık ve şapkalarımıza su doldurup kafamıza geçirdik. Sonra Hüsam ile benim için 6 Eurodan 12 Euro verip – oğlan ücretsizdi- Capitoline Müzesini gezdik. Müzeyi gezmek iki saatimizi aldı. Eski Romanın muhteşem heykellerinin sergilendiği bu müzede Capitoline Venüsü, Capitoline she-wolf yani Romüs ve Romülüsü emziren dişi kurt heykeli ve İmparator II. Constantinus’a ait devasa heykelin parçaları ki dev bir baş, iki el ve ayak- bulunuyordu. Romanın hemen hemen her hatıra eşya dükkanında bu dev ayaklardan birinin parmakları arasına yerleşmiş bir tekir kediciğin görüntülendiği posterler ve takvimler satılıyor.

Öğle yemeğimizi saat iki gibi müzenin kafesinde yedik. Kredi kartı kullanılmıyordu. Biz de yanımıza az Euro aldığımız için ne yapacağımızı şaşırdık. Daha sonra bir otobüse binip Trastevere ( Tevere’nin yani Tiber’in karşısı ) civarındaki bitpazarına gittik. Daha öncesinde ise yürüyerek Tiber nehrinin üzerindeki köprülerden birinden geçmiştik. Bitpazarında bir dolu Hintli ve siyahi kendi ülkelerinden getirdikleri beşinci sınıf ıvır zıvırı pazarlıyordu. Pek hoşumuza gitmediğinden geri dönüp Piazza Venezia’daki dükkanları gezdik. Sonra Piazza di Spagna’ya geldik. Roma’nın en pahalı alışveriş bölgesi olan Spagna’da İspanyol Merdivenleri var. Basamaklar bir 16. yÜzyıl kilisesine Trinita dei Monti’ye çıkıyor. Barok bir kilise. Merdivenlerin sonunda batmakta olan bir gemi şeklinde bir mermer çeşme var. ( Fontana della Barcaccia- Çirkin Gemi Çeşmesi ) Hemen yakında ise Şair John Keats’ın evi müze haline getirilmiş. Merdivenlerin diğer yanında ise İngiliz asıllı Babington’un çayevi var. Yakında Trevi çeşmesi olmasına rağmen onu görmeyi yarına bıraktık. Erken dönmek zorunda olduğumuzdan süpermarket aradık ama Pazar günü olduğundan her yer kapalıydı. Öğrendiğimize göre bu Meryem’in gününden sonra İtalyan esnafı 2-3 hafta tatile çıkar dönmezlermiş hepsi 1 Eylülde filan döneceklerini bildiren yaftalar asmışlar dükkanların üzerine. Sonuçta yine hiçbirşey alamadan Rebibbia’ya döndük. Sevgili Mimmo bu kez bize su, peynir, ekmek buldu. Bu kez parasıyla tabii. Böylece aç karnına yatmamış olduk. Allahtan odada havalandırma var, yoksa gece bile bir dirhem esinti olmuyor. Odayı buz gibi yapıp uyuyoruz.

Annemi aradım iyilermiş. Miçoşka’da iyiymiş. Biraz Eski Türkçe ve İskender Pala okudum. Hüsam ve Burak döndükten sonra havuza gittiler ama çok klorlu olduğundan şikayet ederek döndüler.

Not 1 – Dün gece rüyamda Muhsin Beyi gördüm. Oğul ve beni Reiki uygulamasına çağırıyordu.

Not 2- Bugün o kadar çok yürüdük ki bir hafta böyle yürürsek en az beş kilo veririz.

Not 3 – Bugün 36 filmlik bir çekim yaptım.

Not 4 – Herşey çok pahalı. Henüz ucuz bir şeye rastlamadık. Kendime yüksük baktım. 3 Eurodan başlıyor. Togo’da almak istiyorum, onların da kalitelileri çok pahalı.

Not 5 – İskender Pala’nın söylediğine göre Musikar efsanevi bir kuşun adıymış. Gagasında yüzlerce delik bulunduğu için rüzgar estikçe gagasından çeşit çeşit sesler çıkarmış. Müzik ilmine onun bu değişik seslerini andırdığı için musiki denilmiş. Daha sonra bu kuşun gagasına benzetilerek değişik boydaki boğumlu kamışlar yanyana bağlanarak musikar denilen enstrüman yapılmış. Miskal de aynı aletmiş.

18 Ağustos 2003

 

Sabah yine alelacele toparlanıp çıktık. Bu kez restaurantta kruvasan da yoktu. O yüzden şehre indikten sonra bir yerde oturup kahvaltı ettik. Hüsam ve Burak sandviç yediler, ben Cappucino içip, kek yedim. Sonra Piazza Navano’ya gittik. Bu meydanda çocukların ilgisini çekecek karikatürcüler filan olduğunu okumuştum. Kağıttan silüet kesenler, sihirbazlar filan da olması gerekiyordu ama birine bile rastlamadık. Belki de çok erkendi. Sadece Roma’nın en iyi oyuncak mağazası olan ve adı Rüya anlamına gelen Al sogno’yu 53 numarada bulduk. Üst kat soft toylarla , alt katta bir sürü Pinokyo kuklasıyla doluydu. Tabii Burak’ın pek ilgisini çekmedi. Ben bir sürü tarot kartı buldum. Gülgün ısmarladığı için Palledini tipi bir tane aradım, ama o tipten yoktu. Üstelik kartlar 21 Euro yani Türkiye’deki fiyatın aynı.

Piazza’nın ortasında Bernini’nin eseri Barok bir çeşme var. Dört Nehir Çeşmesi( Fontana dei Fiumi ) Fotoğrafı çekildi tabii. Sonra Piazza della Rotondo’da yer alan Pantheon’u gezdik. Gerçekten etkileyiciydi. Bütün bunları gezerken hep aklıma Sanat tarihi Masteri yaptığımız zamanlar ve Esen ile “Ah bir İtalya’ya gitsek” düşlerimiz aklıma geliyordu. Kubbe çapı 43 metreden fazlaymış. Herhangi bir sütun veya uçan payanda olmaksızın ayakta duruyormuş. En tepede bir hava bacası vardı. Yakınlarda Campo dei Fiori meyve, sebze, çiçek pazarları vardıysa da biz Trevi Çeşmesine yürümeyi tercih ettik. Etrafı turistlerle kaplanmıştı ve orantısız bir dev gibiydi. Hepimiz adak parası attık. Sağ eliyle sol omuzun üstünden atılınca Roma’ya tekrar gelirmiş insan. Burak bunu bilmeden bana bakarak attıktan sonra nedenini öğrenince ‘Aman Allah korusun, bir daha bu dükkanları kapalı, suyu tatsız yere ne diye geleyim’ diye hayıflandı. Burada bir sıkıntımız da su. Gazlı ve gazsız olarak satılan sular ancak marketlerde ucuz. Yok üzerindeki büfelerde fahiş fiyata satılıyor. Gerçi şehirde sık sık suyu içilen çeşmeler mevcut. Ama satın aldığımız suyu da çeşmeden içtiğimiz suyu da ağız tadımıza uygun bulmadık.

Neyse Trevi çeşmesinden sonra bir otobüse bindik. Bu minicik bir otobüstü ve bir kadın şöförü vardı. Bu ufak otobüsleri genellikle kadınlar kullanıyorlar. Dikkatimi çeken bir diğer konu da metro ve tramvaylarda çingenelerin müzik yapıp para toplaması oldu. Genellikle akordeon ve keman çalıyorlar. Lokantalara da girip çalıp para topluyorlar. Açık havada olan kısmında tabii. Otobüslerde kimse bilet sormuyor. Girip oturuluyor. Bir sonraki durağımız tesadüfen Pincio ve Villa Borghese’in bahçeleri oldu. Ama yakındaki Modern sanatlar müzesi Pazartesi olduğundan kapalıydı. Müzelerin çoğu Pazartesi günü kapalı. Bahçelerde şair ve yazarların heykelleri vardı. Puşkin heykelinin yanında fotoğraf çektirdim. Firdevsi, Gogol pek çok kişi vardı. Dinlenme aralarımızda hemen İskender Pala’nın kitabını çıkartıp okuyorum. Müzeye sonra tekrar gelmeye karar verip Piazza Venezia’ya döndük. Sonra Tiburtina’ya gidip yemek yemeye karar verdiysek de pek bir yer bulamadık. Hüsam’a tercihi için kızdım, o da bana iki saat içinde yemek yenebilecek iyi bir yer bulmamı söyledi. Fakat bindiğimiz otobüs bizi ücra bir yere götürdü. Yürüyerek otobüs geçen başka bir yere geldik. Burak sinirden delirdi. Karnım acıktı diye bağırındı. Sonunda Meçhul asker anıtının karşısındaki bir kafede salata pizza yiyip 40 Euro bayıldık. Tam bir kepazelik. Daha sonra ise yine bir otobüse binip San Giovanni in Laterano’ya gittik. Yol üzerinde bir süpermarket bulup nihayet eve bir şeyler aldık. Fakat metro durağına giderken epeyce zorluk çektik. Hüsam “Allahım biz deli miyiz ki tatilde bu şekilde sürünüyoruz!” diyerek epeyce söylendi. Sonunda Mauritz bizi Rebibbia’dan aldı tesise ulaştık.

Not.1 Sabah nihayet bir anne, kızı ve kızının arkadaşından oluşan ( Aynur hanım, İhya ve Belgin ) Türk aileyle tanıştık. Kızlar Ankara’da çocuk doktoruymuşlar. Anne Maşukiye’de oturuyormuş. Farklı yerleri gezdiğimiz için Allahtan ) beraber gezelim teklifi olmadı. Venedik’e gitmek istiyorlarmış, beraber araba kiralasak biz araba kullanmayı bilmiyoruz filan dediler ama altı kişi ancak minübüse sığacağından ve Venedik en az altı saat uzaklıkta olduğundan biz hiç oralı olmadık. Floransa’ya gidebilsek kendimizi şanslı sayacağız.

Not 2-   Akşam çok geç yatmadık. Yürümekten canımız çıkmış. Bu akşam patlıcanlı hazır bir yemek ve sandviç yaptık. Su yine gazlı çıktı. Burak sinirden deli oldu. Hüsam çıkıp onun için gazsız su aldı. Bu akşam bizimkilerin havuza bile gidecek hali yoktu. Azıcık TV seyrettikten sonra yattık.

Not 3. Mahmut’un babası yarın anjiyo olacakmış, reiki yapmam için mesaj atmış.

19 Ağustos 2003

 

Sabah shuttle’a zor bela yetiştik. Şöyle ağız tadıyla çayımı içemedim bile. Bu kez arabada Suudi Arabistanlı bir aile vardı. Ama ailenin annesi ve kızı açıktı. Dediklerine göre S. Arabistan’da örtünüyor, dışarda liberated dolaşıyorlarmış. Bana fazlaca liberated olmuş gözüktüler. Birkaç kez Türkiye’ye gelmişler. Kadın medical Dr. Kocası kütüphanede çalışıyor ve kitap yazıyormuş. Branşı ise Tarihmiş. Metrodan Petrelata durağında inip Supermarket aradık. Koskocaman bir marketin yanısıra dükkanların olduğu bir alışveriş merkezi bulduk. Marketten 13 Euroya bir Peppino di Capri ve Adriano Celantano CD grubu aldım, üçer CD’den oluşuyor.

Şehire indikten sonra San Giovanni in Laterano’ya gittik. Dün akşam pek gezememiştik. İlk önce kiliseye San Giovanni in laterano’ya gittik. Bu San Pietro’dan bile daha eskiymiş. 15 dev beyaz heykel bazilikanın ön cephesini kaplıyordu. Bazilikanın karşısında eski Laterano sarayı vardı. Ayrıca kutsal merdivenler Scale Santa’da buradaydı. Bir de Mısır dikilitaşı. 32 metre yüksekliğiyle buradaki en yüksek dikilitaşmış. ( İtalya’da 134 dikilitaş var ) Ayrıca bu bölgede bulunan Coin büyük mağazasını gezdik. Triumptun bir bikinisini aldım. Beyaz yeşil. Ayrıca üst kattaki kafede bir Cappucino ile sigara içtim.

Daha sonra Via Sannio’da açık hava pazarını gezdik ama pek bir şey yoktu.

Pazardan sonra Via Nationali Caddesini yürüyerek geçip Republica’ya geldik. Bu caddede bulunan pek çok minik dükkana girip gezdik. Burak pek memnun kalmadı. Sürekli ya susuyor ya acıkıyor. Bunlar da olmasa yoruluyor. En az dört saat yürüdük. Sonra metroya binip yeniden Petralata’ya gittik. Su ve hint inciri denilen dikenli meyveden alıp eve döndük. Akşam pizza ve salata yedik. Dikenli şeyin içi çekirdek dolu dikenleri de ele batıyor. Kalanları İstanbul’a getirip düşmanlarımıza hediye etmeye karar verdik.

Burak gece uyuyamadı, durmaksızın şikayet edip durdu.

Not. 1 – Anneme telefon ettim. Yalova’da İffet teyzedeymiş. Kediciğimi anneanneme bırakmış. Hep konuşuyor dedi. Zavallı pisiciğim onu çok özledim. Yarından sonra dönecekmiş.

Not 2 – Ara ara okumaya gayret ediyorum.

Not 3 – Mahmut’un babasının bir damarı 3 yerden mi ne tıkalıymış, sonuç bekliyorlarmış.

Not 4 – Irak’ta birleşmiş Milletler binasına bomba taşıyan bir kamyon girmiş. BM önemli adamlarından birinin de içinde olduğu 20 kişi ölmüş.

Not 5 – Ayrıca Kudüs’te çocuk taşıyan bir otobüse bombalı bir aracın çarpması sonucu 20 kişi ölmüş, 100 kişi yaralanmış. Dünya durdukça şiddet de devam edecek sanırım. Bu biz insanların doğasında var çünkü.

20 Ağustos 2003

 

Sabah geç kalktığımız için kahvaltı edemeden dışarı fırladık. Halbuki sofra ve çay hazırdı sadece yiyecek zaman yoktu.

Rebibbia’ya Suudi Arabistanlılarla gittik. Onlar bugün Tivoli’ye gideceklermiş. Biz ise Vatikan’a gitmeye niyetliydik. Ama benden başka uygun giyinen yoktu. Rebibbia’da metroda arıza olduğunu, 163 numaralı otobüsle dört durak ötedeki Tiburtina durağına gitmemiz gerektiğini söylediler. Metro durağı kapısı önündeki satıcılardan 2 şapka aldık. Burak şapkasını kaybetti ben de yerde bulduğum bir şapkayı yıkayıp iki gün giydikten sonra kaybettim. Kendi hasır şapkamı ise yola çıkarken portmantoda asılı unutup yola çıkmıştım. Benim şapkamın üzerinde bir N harfi var.

Tiburtina’dan binip, St.Pietro durağına gittik. Vatikan çok kalabalıktı. Bugün Çarşamba olduğundan papa da görülebiliyordu. Her tarafta Japon turistler var. Daha doğrusu bence biz öyle sanıyoruz. Belki ortalıkta Alman ABD’li, İsveçli Fin turistler de vardır, ama biz hep o çekik gözlülere odaklandığımız için her yerde Japonlar var diyoruz. Yüce Mevlam bu turistleri gezsinler diye yaratmış, sanki Evliya Çelebinin torunları biz değiliz de onlar!

Tam da tahmin ettiğim gibi atlet ve şortları yüzünden bizimkiler St. Pietro basilicasına giremediler. Ben gireyim dedim. “Ulan sattın bizi ha!” diye de söylendiler. Bu Allahın sıcağında uzun capri giyip gelmişim, kollu penyemi giymişim ve de onlar giremiyor diye Vatikan’a girmekten vazgeçecektim. Yemezler tabii. Neyse büyük bir kalabalıkla birlikte gezdik. Papayı görmeye gidenler donlarına kadar arandıktan ve de çantalarını bıraktıktan sonra içeri alınıyorlardı, ben bu külfete girmedim. Kiliseyi fotoğrafladım. İçeride bir yerde ayin vardı ama ayinleri fotoğraflamak yasak, hemen bir görevli uyarıyor.

Daha sonra Vatikan müzesine gittik. Burası da çok güzel düzenlenmiş bir mekan ve oldukça da büyük. 27 Euro ödedikten sonra müzeyi gezmeye başladık. Bizim Araplar müzelerde çocuklar için de para veriyorlarmış. “Neden 18 yaş altı ücretsiz??” dedik. “O Avrupa Topluluğu üyesi ülkeler için geçerliymiş.” dediler. Eh bizimkiler ben sağolayım, AE üyesi bir ülkenin üyeleri gibi gözüktüler sanıyorum. Müze Mısır seksiyonu, Etrüks Bölümü, Yunan ve Roma heykelleri, Modern Dini yapıtların bulunduğu Bölümler, Rönesans Başyapıtları, ve Sistine Chapel’i gezdik. 8 müze, beş galeri, Havariler Kütüphanesi, Borgia apartmanları, Rafaello odalarını gezdik. Sistine Chapel’de fotoğraf çekmek, hatta konuşmak yasak sık sık uyarılar yapılıyor. Herkes bir yerlere oturmuş Michelengelo’nun yaptığı tavanı izliyordu hayranlıkla. Tavan gerçekten müthişti. Öbür bölümlerde fotoğraf çektim.

Öğle yemeğini yakındaki bir pizzacıda yedik. İki genç garson Türk olduğumuzu öğrenince hemen Galatasaray, Fenerbahçe, Fatih Terim , Antalyaspor filan diye saymaya başladılar. Yemekten sonra otobüsle dolaştık. Caracalla Hamamlarının ve Eski Appia yolunun önünden geçtik. Çok yorgun olduğumuz için inip dolaşmadık. Daha sonra Piazza del Popolo’ya gittik. Santa Maria del Popolo kilisesi ve kemerli Porta del Popolo’yu gördük. Romanın en çok sevilen iki kafesi Rosati ve Canova geniş meydanda karşılıklı yer alıyor. Biz Rosati’de oturduk. Ben Cappucino içtim, bizimkiler de dondurma yediler. Sonra en ünlü markaların yer aldığı Corso caddesinden yürüyerek Spagna’ya geldik. Metroya binip geri döndük.

Gece biraz okudum, ama midem kötü olduğundan çok rahat uyuyamadım, durmaksızın kalktım.

21 Ağustos 2003

 Sabah önce Flamingo’da inip yürüdük. Yine dükkanların çoğu kapalıydı. Giyeceklerin çoğu İstanbul’dakinden kalitesiz. Pahalı olan marka dükkanlara da ( Gucci, Armani, Dior gibi ) yanaşılır gibi değil. Sonra Villa Borghese tarafına gittik. Modern sanatlar müzesini gezdik. İki bölümden oluşuyordu. Klasiklerin olduğu kısım saat ikiden sonra açılıyordu. O kısmı görmek için dönmedik. Roma’nın her tarafı klasik zaten. Modern bölüm de çok ilginçti. Bol miktarda resim vardı. Bir ara dalıp zincirlerden içeri girmişim ciyak ciyak sirenler çalmaya başladı. Sonradan öğrendim aynı şeyi oğlan da yapmış. Burada da fotoğraf çekmek yasaktı, ama hiçbir yerde bir uyarı yoktu. Ben bir fotoğraf çekince kadınlardan biri gelip ikaz etti.

Pincio bahçeleri heykellerle süslü. Herkes çimenlerin üzerine serilmiş. Hüsam ve Burak iki kişinin kullanıp bir üçüncünün de ortada oturduğu bir bisiklet kiraladılar. Ben de onlarla biraz bindim. Sonra inip azıcık Şinasi okudum. Şinasi’nin son yılları paranoya ve melankoli ile geçmiş. Sonra da bir beyin tümöründen ölmüş. İşin ilginci son yıllarında üzerinde çalıştığı lugat bulunamamış. Keşke okuyabilmek için biraz daha vaktim olsaydı.

Borghese’den sonra Termini’ye gidip bir pizzacıda pizza yedik. Bizim peymacuna benzeyen bir şey yapmışlar çıtır çıtır. Benim yediğim de çok tuzluydu. Dört çeşit peynirden oluşan bir tür istemiştim. Su içe içe bir hal oldum. Dönüşte Republica sonra da Barberini’ye uğradık. Yarın yine Barberini’ye gitmeye karar verdik. Son günümüzü ise sanırım Termini ve havaalanında geçireceğiz.

Aslında Roma pek çok piazzadan oluşuyor ve bunlar ara yollarla birbirlerine bağlanıyor. Bir Piazza’da mutlaka bir fontana yani çeşme bulunuyor, çoğu da barok üslupla yapılmış heykellerle süslü şeyler,bir kilise de şart. Su içilecek yerler de var. Büyük piazzalarda kafeler var. Kapalı olan pek çok dükkan da açık olsaydı gezimiz daha renkli geçecekti şüphesiz. Öte yandan daha masraflı olacağı su götürmez bir gerçek.

Burada her türlü insan var. Roma çok kozmopolit. Metrolarda otobüslerde pek çok siyahi, Arnavut, Japon, Asyalı karşımıza çıkıyor. Bazı kadınlar koltuk altı kıllarını almıyorlar, iğrenç gözüküyor. İtalya’nın bir bölgesinde de bıyıklı kadınlar var sanırım. Dikkatimi çeken bir başka şey zayıf, şişman bütün kadınların göbeği açık ve düşük bel modasına uymuş olmaları. Ayrıca askılı bluz içine sütyen de giydiklerinden 4 askı ile dolaşıyorlar bu da göze hoş gözükmüyor. Sonra elbise ya da etek giyen kadınların çoğunun içine jüpon giymediğini fark ettim. Hele bugün yaşlı bir kadın tül gibi siyah bir elbise giymişti ve sarkık memeleri aynen gözüküyordu. Tabii bu güzellik anlayışımızın şekillendirilmesinden, ama bir kere şekillenmiş işte.

Erkeklere gelince onlar çok daha düzgün giyiniyorlar. Kadınların çoğunun pejmürde ve bakımsız görüntülerini düşününce bu bana şaşırtıcı geldi.

Roma’da pek çok Arnavut var. Çocuk olanlar özellikle metro civarında hırsızlık yapıyorlarmış. Arap ailenin babası Abdullah önceki gün Spagna’da saldırıya uğramış, ama çocuk çantasını almayı başaramamış. Kız çocuğuymuş. Kısacası dikkat etmek lazım, ben geldiğimizden beri sırt çantamı önde taşıyorum, belimde de bluzumun altında çantam var. Hüsam’da paralarını boynuna asılı bir çantada taşıyor, yine penye altında. Eğer kahverengi pantolonumu giymişsem yan ceplerini dolduruyorum, pasaport ve fotoğraf makinesini, bazı ıvır zıvırı yerleştiriyorum. Bir haftadır aynı kanguru gibiyim.

Not. 1 Döndükten sonra havuza girdik.

Not 2. Bugün büyük marketlerden birinde kahvaltı ettik, tatlı bir takım ıvır zıvır.

Not3. Bugün manav gibi bir şey bulduk, meyve ve börülce aldık. Akşam dönünce börülceyi pişirdim, çok güzel oldu.

Not.4 – Termini’de bir hatıra eşya dükkanından bir yüksük ve çan aldık. Çanın üzerinde she-wolf Romus ve Romulus’ü emziriyor, yüksük üzerinde ise iki tane kedi var. Sevgili kedicikler. Yüksüğün kenarlarında da kedicikler var.

Not 5 – Bugün anneannemle konuştum. Annem Yalova’dan dönmüş. Kedicik iyiymiş. Akşam Gülgün mesaj attı, o da uğrayıp kediciğimi sevmiş, çok şekerdi diyor, bugün gidip çiçeklerimi de sulamış.

22 Ağustos 2003

 

Sabah ikinci shuttle’a kaldık. Metroya binip Barberini’de indik. Burak dün Subway sandviçcisinde bilgisayarlar görmüş, net kafe gibi bir yer, oraya bırakın beni diye tutturdu. Biz de maillerimizi kontrol ettikten sonra onu bırakıp dükkanlara baktık. Bir dükkandan bir İtalya bebeği aldım koleksiyonum için. Ayrıca bir dericiden minik bir sigara çantası alındı, anneanneye ya da yengeye verilmek üzere, sonra Hüsam Burak’ı almak üzere geri gitti. Ben biraz daha yürüdüm ki Trevi’ye gelmişim. Çeşmenin önü yine acayip kalabalıktı. Bir market bulup gazsız bir su aldım. Sonra bizimkiler geldiler ve epeyce yürüyüp yine dükkanlara baktık. Daha sonra Naitilus diye bir pizzacıda öğle yemeği yedik. Ben kum midyeli makarna yedim onlar her zamanki gibi pizza aldılar. Ama çok da memnun kalmadık. Oradan bir otobüse binip neresi çıkarsa bahtımıza yaptık. Ama şanslıymışız ki benim kaç gündür gidelim dediğim yere geldik. Santa Maria Maggiore kilisesini mutlaka görmek istiyordum, o tarafa gidelim dedikçe bizimkiler nasılsa bir yığın kilise gördük diyerek aldırış etmiyorlardı. Bu kilise Hz. Meryem’e atfedilen kiliselerin en büyüğü ve en güzeliymiş. Parlak mozaiklerle süslü olan kilisenin en hoş yeri tavanıydı. Bazilikanın ahşap kaplaması Guiliano San Gallo’nun eseriymiş. İspanyol krallığının Yeni Dünya’dan getirerek papaya hediye ettiği altınla yaldızlanmış. Pırıl pırıl parlıyordu. Yine bir bölmede ayin vardı, ilahiler söyleniyordu azıcık dinledim, ama fotoğraf çekemedim. Buna da saygı göstermek lazım, adamlar orada ibadet ediyorlar, Japon turistliğin anlamı yok.

Sonra yine Corso ve Popolo civarına geldik, ben dükkanlara bakarken bizimkiler bisiklet kiralayıp gezinmeye başladılar. Bir müzik mağazasını gezdim. Oldukça büyük bir şeydi. Oradan Mahalla Jackson’ın iki CD’lik Gospels and spirituals’ını aldım. Ayrıca kitapçılara takıldım. Tabii İtalyanca pek çok kitap var. İngilizce ve Fransızca bölümleri de var. Bu sırada Hüsam İtalyanca bilmediğim için dua ediyordu. Son üç gündür İskender Pala’nın kitabı bittiği için bizimkilerin hayret dolu bakışları arasında sırt çantamda A. Hamdi’nin tuğla kitabını taşıyorum ve her fırsatta çıkartıp okuyorum. Namık Kemal üzerine epeyce şeyler okudum. Çantada bir de büyük su oluyor mutlaka. Ayrıca fotoğraf makinesi, pasaportlar, şapkam ve bir dolu başka ıvır zıvır da var.

Bizimkilerin bisiklet seansı bitince bir yerde oturup pasta yiyip bir şeyler içtik. Normalde ben tatlı aramam. Ama burada nedense kahvaltı da olsun, başka zaman olsun canım tatlı istiyor. Sanırım kan şekerim düşmüş bulunuyor.

Akşam Araplarla aynı shuttledaydık. Onlar da İtalya’nın pahalılığından şikayetçiler. Kadın durmadan “Aahh Türkiye ne kadar ucuz !”deyip duruyor. Buradan sonra bir hafta da Milano yakınlarında bir yere gideceklermiş. Daha sonra çocuklar ve kocası Riyad’a döneceklermiş, kendisi de Milano’da Bilimsel bir kongreye katılacakmış. Kadın jinekolog ama patolojik jinekoloji üzerine uzmanlaşmış. Karşılıklı mail alışverişinde bulunduk.

Akşam azıcık dolapları toparlayıp özellikle buzdolabını boşaltmaya gayret ettik. Ama soğan, sarımsak, zeytinyağı çiçek yağı şeker filan almışız, onlar bitmedi tabii. Yenilebilecek şeyleri yedik, bulaşıkları yıkadık, katı şeyleri aldık diğerlerini Mimmo’ya bırakacağız. Mimmo’ya ayrıca yanımızda bulunan Türkçe kasetlerin içinden en uygunu olarak düşündüğümüz Yeni Türkü kasetini armağan etmeye karar verdik. Öbür kasetler Türk Sanat Musikisi , ney, fasıl türü şeylerdi.

Not 1. Bugün Termini’ye uğrayıp yarın için havaalanına tren bileti aldık. Son anda koşuşturma olmamış olur diye düşündük. Gerçekten de bilet için tek kuyruk vardı ve en az yarım saat beklemek zorunda kaldık.

23.08.2003

 Sabah erkenden hesabı kesip otelden ayrıldık. Mimmo hediyemize çok memnun oldu. Termini’ye gidip bagajımızı verdik sonra ise Piazza Navano’ya gittik. Güneşli bir gündü yine. Ben oyuncakçıdan iki tane Tarot kartı aldım. Sonra ilk gittiğimizde orada bulunmayan karikatürcüleri seyrettik. Daha sonra bir kafede oturup pizza ve makarna tıkındık. Bu sırada çingeneler gelip şarkı söyleyip çaldılar.

Sonra yürüyerek dolaştık. Bir dükkandan beyaz delikli bir terlik aldım. Hüsam’da bir ayakkabı aldı. Saat dörde gelirken Termini’ye geri dönüp trene bindik. Havaalanı 40 dakika kadar sürdü. İşlemlerimizi yaptırıp, dükkanlara baktık. İki tane fular aldım hediyelik. Alitalia’nın uçağı yarım saat rötarlı kalktı. Gidene kadar da hava boşluklarına filan düşüp ödümü koparttı. İstanbul’a vardığımızda saat 11.30 filandı, herkes pilotu alkışladı. Bence nihayet geldik diye sevinmişlerdir.

Uçaktan inmeden önce Hüsam “Sen mi önce toprağı öpersin, ben mi  ? ” diye sordu. Döndükten sonra da Burak’ın İtalya anılarından bir kısmını okuyunca gülmeden yapamadım. Aynen şöyle yazmış :

“ Sarsıntılı bir uçak yolculuğu, tatile çıkan esnaf, bir golf klübü ve sivrisinekler , Alın size Roma tatili !”

scan077 scan078 scan079 scan080 scan081 scan082 scan083 scan084 scan085 scan086 scan087 scan088 scan089 scan090 scan091 scan092 scan093 scan094 scan096 scan097 scan098 scan099

scan101 scan102 scan103 scan104 scan105 scan106 scan107 scan108 scan109 scan110 scan111

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *