by

Biyografi, günlükler ve ruh gözlemcileri

 

Robert Redford

Biyografiler, günlükler  ve mektuplara  bayılırım. Hayatın taa içinden pek çok gerçeği getirip önümüze sererler. Başkalarının dünyasının içine onların izin verdiği ölçüde girer, hiç saklanmadan ipuçları ararsınız. Bir çeşit ruh gözlemcisi gibi.

İlk günlüğümü yazmaya  sanırım ortaokul ikinci sınıfta, Anne Frank’ın Hatıra Defteri’ni okuduğumda başlamıştım. O ara pek çok kişinin yaptığı gibi, defterimin adını da Kitty koymuştum. Daha önce sinirlenip, kafam kızdığında kara kedime anlattığım şeylerin bir kısmını artık o deftere yazar oldum . Gerçi kedim de iyi bir dinleyici sayılırdı.  Sonra lisede, üniversite yıllarımda ve sonrasında pek çok defter doldurdum. Çocuk ve ergenken o  defterler saklanır, anneler ve bazen de babalar onları bulup acaba benden sakladığı ne var araştırmasına, soruşturmasına girişir, o yüzden çoğu şey o defterlere yazılmaz, yazılamaz.  Geçenlerde bir defterin başında babamın yazdığı bir notu buldum. Şöyle demiş : Hisler kolay kolay anlatılamazlar, bir çokları kalbinde gömülü kalır. Yaşadığın günlerin şahsında bıraktığı tesirleri tam olarak cümlelerle ifade edemezsin.”  O zaman çok anlamasam da şimdi okuduğumda ne kadar doğru olduğunu anlıyorum bu sözlerin. Yine de ifade edildiği kadarıyla insanları günlüklerden, biyografilerden ve mektuplardan izlemek hoşuma gidiyor.

Bizim tarihimizde Batıdaki örnekler gibi günlükler, ya da öz yaşam öyküleri, çok eskilere dayanan mektuplar olmaması bir ölçüde  bireyselliğin gelişmemesine bağlanıyor. Var olan en eski örnekler de epeyce ilginç, keşke daha çok olsaymış diye düşündürüyor. Bir ara aldığım biyografi dersinde Seyyid Hasan’ın Günlüğünü okumuştuk. Günlüğün yazıldığı sıralar İstanbul’da veba salgını var. On yedinci yüzyıl. Herkesler ölüyor. Zaten Seyyid Hasan da bu yüzden bir günlük yazmış olabilir. Adam karısını, iki oğlunu ve bir kızını salgında kaybediyor. Bizim İngilizce olarak okuduğumuz makalesinden sonra Cemal Kafadar bu makaleyi “Kim var imiş biz burada yoğ iken” isimli kitabına da Türkçe olarak almış. Seyyid Hasan şehir dışındaki akrabalarını ziyaret ettiği bir sırada karısının ölümcül hastalığından haberdar olur. Hemen yol hazırlıklarına başlar. O esnada kendisine azık olarak ekmek ve kaşkaval peyniri verilir. Eve vardığında karısını tarif edilmez acılar içinde bulur. Zaten hanım da bir kaç saat içinde ölür. Ama asıl ilginç olan o gece helva döküldüğünde yazarımız hem bunu kaydeder, hem de şöyle der : “Selime kadın pişürmiş, lezzeti ve nefaseti hadden birun ve kıyasdan efzun idi. “Seyyid Hasan’ı duygusuz sanmayın, daha sonra : “Meşakk-ı rah iktizası ( yol zahmetinin gerektirmesi) ile istirahata kasd itdüm, lakin hab ( uyku) müyesser olmadı, badehu merhumenin yanına çıkup gah tefekkür, gah büka iderek( ağlayarak) sabah ezanına dek bekledüm.” der.  Hasan cenazenin kaldırılışından sonra gelen ihvanla yediklerini de kaydetmiş.”Me’kulatımuz (yiyeceğimiz) penir ve kavun ve karpuz idi amma üzüm de şekkum( şüphem) vardur, belki karpuzda bile, peniri taze anladum.” İşte bunlar yıllar ötesinden bize gelen en samimi duygular. Her insanın ayrı bir dünya oluşundan yola çıkarak, yazanın ünlü olması gerekmiyor, sıradan dediğimiz insanların yaşantısı da her birimize o dönemin yaşantısı, alışkanlıkları, duyguları hakkında pek çok ipucu veriyor.

Şu ara okumakta olduğum sekiz dokuz kitabın arasında iki tane de biyografi var. Bunlardan biri Amerikalı caz trompetçisi Miles Davis’in, diğeri de aktör Robert Redford’un biyografileri. Miles Davis’inki kendisiyle birlikte Quincy Troupe tarafından hazırlanmış. Robert Redford’un biyografisi ise Michael Feeney Callan’ca yazılmış.

Robert Redford biyografisi o yakışıklı adamın fiziksel görünümünün yanında ne kadar zeki, yetenekli ve duyarlı bir insan olduğunu açıkça görmemizi sağlıyor. Yola oyuncu değil de ressam olmak üzere çıkan bu genç, sonradan herkesin bildiği oyunculuğunun yanısıra her konuda görüşü olan çevreci , politik bakış açısına sahip, yönetmen kimliğiyle de dikkati çekiyor. Doğayı koruma konusundaki inatçılığı, popüler olmayan filmleri çekmekteki inadı, ailesinin sıradışı yapısı onu sevenlerin mutlaka bilmesi gereken pek çok ayrıntıyı kapsıyor. En sevdiğim filmlerinin çekiliş aşaması hakkında bilgi sahibi olmak da çok hoşuma gitti.  Biyografi Artemis yayınlarından çıkmış. 2013 basımı.

Floransa’da sokak ressamı olmak istediği zamanlarda anlattıklarından : ,

” Uyandığımda saat hep çok geç oluyordu. Küçük bir tabak peynir ya da ravyoli yiyip tren istasyonundan kahve alıyor ve Ponte Vecchio’ya yürüyordum. Etrafa bakınıyor ve resim yapıyordum. Büyük bir eskiz defterim vardı. Sol sayfaya düşüncelerimi yazıyor, sağa resim çiziyordum.”

Bob’un Graduate filminde Dustin Hoffman’ın oynadığı rolü ne çok istemiş olduğunu ve ısrarla  bir deneme çekimi bile yaptığını öğrendiğimde gülmekten kendimi alamadım. Mike Nichols  durmaksızın ısrar eden Robert’a en sonunda şunu söylemiş :

” Bob, sen yetenekli bir adamsın ” dedim, “Ama aynada kendine bir bak ve bana söyle, böyle bir fizikle kadınları baştan çıkarmakta zorlanan bir genci oynayabileceğine gerçekten inanıyor musun? Bana cevap veremedi, çünkü cevap ortadaydı. Dustin Hoffman gibi bir adam Benjamin’i oynayabilirdi. Ama bu rolde Redford gibi bir adam komik kaçardı.” İşte fiziksel görünümün başa bela olabileceğini gösteren bir örnek. Çok yakışıklı olmak da bir sorun olabiliyor.

Yönetmenliği hakkında Redford şunları demiş :

” Yönetmenliğe belki de ellili yıllarda başladım. Saksağan gibiydim. Oradan buradan hayata dair gözlemler toplayıp biriktirirdim. Bir kitaptan bir cümle , bir sohbette adı geçen bir karakter, bir melodi ya da bir çocukluk anısı.”

“A River Runs Through It” Bizi ayıran nehir, benim çok duyarlı bulduğum, görüntülerinden çok hoşlandığım bir film olmuştu. Bu filmin oluşumu sırasında aslında başlarda Bob’ın nasıl Brad Pitt’i istemediği, ama onun bu rolü tırnaklarıyla söküp aldığı ve tabii  iyi ki de aldığının hikayesini okumak ilginçti.  En sevdiğim filmlerden The Way We Were, Newman ile oynadığı Butch Cassidy and the Sundance Kid setlerinde olanlar ağzımı toparlayamadan okuduğum kısımlardı.  Newman’ın bir gün sete motoru kuvvetlendirilmiş Volkswagen’ıyla gelmesi ve Redford’ın 1964 Sebring yarışı için özel olarak tasarlanan sadece 103 tane üretilen Porche 904’una meydan okuması üzerine reklam işleriyle ilgilenen Feigham ” Tıpkı iki koca bebek gibiydiler. Bunu oyun olsun diye yapıyorlardı tabii, ama havadaki testesteron boğucuydu.” demiş.

Miles Davis biyografisi ise oldukça cesur bir anlatım diline sahip. Miles Davis zorlu bir hayat yaşamış, bunu da açıkça gözler önüne sermekte bir sakınca görmemiş. Kitap Encore Yayınlarından çıkmış, 2014 baskısı.

Bir konuya takıldığımda dipsoman gibi içine girdiğimden caz ve cazcılar konusu da benim için böyledir. Kitabı okurken en zorlandığım konu, her isim ve her albümde durup araştırmak ve dinlemek zorunda hissetmemdi. Dolayısıyla kitabı henüz bitirememiş durumdayım,ama bende olan albümler dışında bazı başka albümleri de satın alıp, yürürken dinlediğimi söylemeliyim. Her zaman olduğu gibi bu kitabı okurken de bazı notlar aldım. İşte onlardan bazıları :

“Beyazların bir şeyi keşfettikten sonra sahiplenmeye kalkmalarından nefret ederim. Sanki onlar farkına varmadan önce o şey yokmuş gibi- ki genellikle çok geçtir ve onların hiç bir katkısı olmamıştır. Sonra onu sahiplenir, diğerlerini geri plana atmaya kalkarlar. Milton Playhouse’a ve Teddy Hill’e de aynı şeyi yapmaya kalkıştılar. Bebop müzik bir delilik haline geldiğinde 52. Cadde’deki beyaz eleştirmenler Bebop’tan ve bizden kendi keşifleriymiş gibi söz etmeye başladılar. Bu tür sahtekarlıklar midemi bulandırır.”

” Bilgi özgürlük , cehalet ise köleliktir. İnsanların özgürlüğe bu kadar yakın olup ondan yararlanmaması inanılır gibi değildi.”

Juilliard’ı artık kendisine bir şey vermediği gerekçesiyle bırakan Davis oradaki bir anısını şöyle aktarmış :

” Hatırlıyorum, bir keresinde tarih dersindeydik ve hoca beyaz bir kadın, siyahların blues çalmalarının nedeninin yoksul olmaları ve pamuk toplamaları olduğunu anlatıyordu. Bu yüzden hüzünlüydüler ve blues bu hüzünden doğmuştu. Hemen  elimi kaldırdım ve ayağa kalkıp, ” Ben St Louis’liyim, babam zengin bir dişçi ve ben blues çalıyorum. Babam hayatında pamuk toplamadı, ben bu sabah kalktığımda hüzünlü değildim ama blues çaldım, sandığınız kadar basit değil.” dedim. Kancık sarardı, tek kelime etmedi. Bu palavraları ne dediğini bilmeyen orospu çocuğunun yazdığı bir kitaptan anlatıyordu. Böyle bir yerdi Juilliard. Bir süre sonra usandım.”

“Bu kitaptan o yılların ortamını, pek çok müzisyenin hayatı hakkındaki  ayrıntıları öğrenip,   benim gibiyseniz albümleri de  dinleyerek farklı tadlara yelken açabilirsiniz.

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *