Sonunda havalar ısındı. Her ne kadar ben soğuk iklim kadınıysam da, yaz için Saklıköy’e taşınmak adına sevineceğim bir şey. Hem sıcak olduğunda İstanbul’u hiç mi hiç çekemiyorum. Saklıköy’ün havası yayla gibi geliyor.Orası akşamları çorap giydirecek kadar soğuk oluyor, tam benlik, oh!
Öte yandan habire eşya taşımak da hiç hoşuma gitmiyor. Her ne kadar iki ayrı evse de, yine okumadığım kitaplar, yok boyam, fırçam, yazdıklarım, çizdiklerim, kedinin şusu busu, o bu derken dünyanın eşyasını taşıyorum. Zaten Allahın ” Taşın ya kulum ” dediği kullardanım sanırım. Kendimi bildim bileli taşınıyorum çünkü.
Babası asker , ya da memur olanlar bilirler. Tayin, taşınma, farklı okullar, farklı arkadaşlar, değişik iller çocukluklarının unutulmaz anılarını oluşturur. Ben Karakoçan, Elazığ’da doğmuşum. Babam savcı olduğu için epeyce yer gezdik. İkinci görev yeri olan Afyon Bolvadin’i de anımsamıyorum. Ama Seferihisar’ı gayet net hatırlıyorum, hem de taşındığımız günü. Annem o kadar küçük halimi hatırlayamayacağımı söylüyor, ama ben kapının önünde oynayan çocukların toz şekerli ekmek yediklerini, benim de koşup annemden aynısını istediğimi, annemin ise bana reçelli ekmek verdiğini ve benim hayal kırıklığına uğradığımı çok net hatırlıyorum. Annem evde yaptığı reçelin çok daha değerli olduğunu düşünmüştü sanırım, ama ben ilk defa gördüğüm toz şekerli ekmeği merak etmiştim. Sonradan öğrendiğime göre toz şekerler uçmasın diye üzerini ıslatıyorlardı.
Seferihisar’dan sonra Uşak’a, oradan da Adapazarı’na tayin oldu babam. Ben biraz da bahtsız bedevi olduğum için, ilkokulda dört öğretmen değiştirdiğimi anımsıyorum aynı okulda. İlk öğretmenimiz hamile kaldı, ikincisi ikinci sınıfı okuttu, sonra o da evlenip, başka şehire gitti, üçüncü sınıfta bir erkek öğretmen geldi, o da solcuydu sürüldü, dördüncü ve beşinci sınıfı da başka bir öğretmen ile okuduk. Bu taşınmalar, tayinlerin hem artısı hem eksisi vardır çocuklar için. Hem farklı okullara, öğretmenlere , arkadaşlara kolay uyum sağlamayı , hem de arkadaşlarınıza hiç sonsuza kadar arkadaşınız olacakmış gibi bağlanmamayı öğrenirsiniz.
Uşak’ta ilk karı gördük. Kız kardeşimle içeri kar taşıdığımızı hatırlıyorum. Soğuk günlerde iki yatağı birleştirir, koyun koyuna yatardık. Bu arada bazı şehirlerde iki ayrı evde oturduğumuzu hatırlıyorum. Yani yine taşınma. Sonra ben lise sonda İstanbul’a anneannemin yanına geldim, geliş o geliş. Boğaziçi’ni kazandığımda yurtta kalmaya başladım, ama o taşınmalar hiç bitmedi. Elimde sürekli bir valiz, hafta sonları anneanneme Kızıltoprak’a, ya da halama Esentepe’ye, ve annemlere Adapazarı’na taşındım durdum. Yazın da Adapazarı’ndan Yalova’daki minik yazlığa taşınırdık. O zamanlar okula doğru dürüst otobüs yok. Bebek’e giden boynuzu çıkan troleybüslere bin, bir buçuk saatte Bebek’e gel. Oradan Bebek kapıya yürü ve yokuşu elindeki çanta ile nefes nefese çık. Annem mutlaka bir şeyler yapmış olur, yiyecek paketleri, kurşun gibi kitaplar, çalışkanız ya, illa evde okunacaklar. Zaten her hafta sonu ter içinde o yokuşu çıkar, Pazartesi hasta kalkardım.
Evlenince taşınmaktan kurtulurum dediydim. Olmadı. 87’den beri altı ayrı eve taşınmışız. İlki küçüktü, ikincisinin suyu akmıyordu, üçüncüsünü satın alıp, Saklıköy’deki evi almak için sattık, bir tanesini anımsamak bile istemiyorum, gecenin üçünde çalışmaya başlayan bir fırının yanındaydı. Birinden klasik “Evi satacağım, çıkın!” bahanesiyle çıktık. Bu arada Avustralya ve Kanada’ya göçmeye kalkıp, sonra vazgeçtiğimiz zamanlar da var. Bu evden eve her bir şeyi taşıyoruz, sizin bir şey yapmanıza gerek yok sözleri var ya, külliyen yalan. Kırılan dökülen. Sonra 3000 kitabı kim nereye yerleştiriyor ? Son taşınmada benim belli bir düzen içinde paketlediğim kolilerden ikisini devirip, bir de bütün kitapların karman çorman olmasına neden olmuşlardı. Eve taşındıktan sonra en az bir ay evin içinde didinir durursunuz, her eve ayrı yaptırdığınız perdeler de cabası.
Ben doğanın içinde yaşamayı seviyorum, ama medeniyetten de vazgeçemiyorum. Saklıköy’de internet bağlantısı berbat. Bir de ben herkes gibi makul bir insan değilim. İfrada kaçmaya eğilimliyimdir. Dizilerim var, dil derslerim var, müzik dinleyeceğim, resim indireceğim, şu bu, herkese yeten bana yetmiyor. Millet ufak bir vınn ile herşeyi hallediyor, benim sınırsız dedikleri internet ikinci gün bitiyor. Bir de sınırsız, ama şu kadar kotayı doldurunca yavaşlatıyoruz dedikleri var ki, en nefret ettiğim de onlar. İnsanın zamanını yemek için birebir. Tamam bahçe, ev işi, okuma, yazıp çizme epey zaman alıyor. Misafir de ağırlıyorum bazı zamanlar, ama kitaplarımın çoğunun şehirde olması bile büyük sorun. Aklıma gelen bir şeye anında bakamamak beni ifrit ediyor. Onun için bu yıl, internet işini sağlama almadan gitmeyeceğim kararı aldım.
Bu haftasonu Saklıköy’de temizlik yaparken bir kutu buldum. İçine minik not kağıtları koymuşum. Daha önce anı biriktirdiğimi anlatmıştım, işte şurada Biyografiler, günlükler ve mektupların öneminden de söz etmişim, o da işte tam şurada. Ama bu küçük notları anlatmamışım ki benim için çok önemlidir. Bunlar hediyelerin içinden çıkabilirler, bir çiçek eşliğinde gelebilirler, ya da siz uyurken, hastayken,veya o esnada orada yokken görebileceğiniz bir yere bırakılabilirler. Bazen panonuza iliştirilirler -ki benim her zaman bir panom vardır- ya da buzdolabınızın üstüne mıknatısla yapıştırılabilirler. Bazen sıradan bir kağıdın üstüne yazılmışken, bazen de hoş bir kartpostal üzerine yazılırlar. Post it de olabilirler. Benim açtığım kutuda hepsinden bir örnek vardı. Süpürgeyi, paspası bir tarafa bırakıp içindekileri gözden geçirdim tabii ki. Örneğin kaybettiğimi sanıp üzüldüğüm aşağıdaki kart kutunun içinden çıktı, ne kadar sevindiğimi tahmin edemezsiniz.
Bu kart 1992 yılında 30. yaş günü hediyemle birlikte kız kardeşim tarafından verilmiş. Bir Unicef kartı, İsveçli illustrator ve yazar Tord Nygren tarafından çizilmiş. Çizilmiş de kız kardeşimle bizim anılarımıza bu kadar mı uyar. O da onun için seçmiş zaten, bu kartın içine de hepsini yazmış. O karttaki kız var ya, işte o benim. Anneannemin aldığı sınıf geçme hediyesi bisikletime biniyorum. Gerçi benimkisi kırmızıydı. Arkamdaki sepette de Patanak oturuyor. Ortaokulda elişi dersi ödevi için benim yerime annemin yaptığı, sonra her ikimizin de hayali arkadaşı olan, adı babam tarafından verilen Patanak. Aslında orada kız kardeşimin de oturması gerekiyordu. Çünkü o bisiklete binmeyi bilmez, ben onu gezdirirdim Uşak’ta. Sonra bir köşede kaplanımız Gıllı var. Tabii o da hayali. Gerçi buradaki daha çok bir pumaya benziyor, ama olsun. Çok zengin bir hayal dünyamız vardı. Kardeşim “Uşak’ta kar altında Pazar sabahları gazete almaya giderdik. Kıvırcık saçlı bir çocuğun vardı. ( O zaman ki platoniğim ) Beni bisikletinin arkasında gezdirirdin. Elimizde kakaolu bisküiler, dudağımızda şarkı, okullarda olaylar, karakollarda işkence sesleri. Durmadan yanan halı fabrikaları “yazmış bir yerde. Hemen her anımızdan bir bölüm de yazmış. ” Biz hep hayaller kuran iki küçük kızdık. Bilirdim beni severdin, bilirdim hep yanımdaydın.” diye başlayan notuna. <3
Aşağıdaki notun yanında mutlaka bir de hediye vardı. Bir Öğretmenler Günü çiçeği belki 🙂 Sevgili kocam müfettişken turneye giderken de bana pek çok not bırakmış, ” Sana hep aşık, sana hep hasret gidiyorum yine” diye başlayan bir tanesi Snoopy’li kağıtlara yazılmış örneğin.
Bir de şu sevimli notu buldum. Herhalde ilkokuldayken Ankara’ya gittiğimiz günlerden birinde yazmış oğlum :
Bana Anneler günü için yazmış olduğu bir mektubu ve babasının ödevini çok çabuk bitirme belgesi olarak verdiği kağıdı da saklamışım. Ödev yapmayı hiç sevmezdi, o yüzden böyle bir belge vermeye ihtiyaç duymuş olmalıyız. Bir de bizi çizmiş ailecek Pırıl Pırıl Ailesi diye, tam psikologluk bir resim diye düşündüm. Hele bir notu var ki ” Yarım yüzyılı geride bırakıp, yarım yüzyıl ileride yaşayabilen sevgili anneme” diye yazmış, ellinci yaş günü hediyemin eki.
Bankadayken arkadaşım İlhan ve ben panoya her gün bir şiir, bir söz, mutlaka birşeyler asardık. Pano çay kahve makinesinin yanındaydı, dolayısıyla her giden okuyabiliyordu. O yazılar pek çoktu. Hatırlıyorum, bir kısmını atıp, bazılarını bir dosyaya koymuşum. Tarih, Denizcilik, Fransız ve İngiliz Filolojisi gibi bölümlerden mezun olup, yirmilerinde bankada çalışıyor olmanın sıkıntısını böyle atıyorduk herhalde.
Bu da annemden :
Anneciğim benim aksime hiç saklama huyu olmayan bir kadındır. Günün okunmuş gazetesini bile, saat 12 olmadan kapının önüne koyar. Yine de kutudan benim için sakladığı bir resim çıktı. Ben beş yaşındayken çizmişim. Bekçi midir nedir, bilemiyorum ama , beş yaş için epeyce ayrıntılı bir çizim gibi gözüküyor.
Son olarak can dostum Esen’in hediyesi bir kitaptan söz etmek istiyorum. Ondan önce Esen’in başka bir hediyesinden söz etmeden de geçemeyeceğim. Yazı masamın başına astım, her bakışımda içim mutlulukla doluyor. İşte şurada :
Kitap Gündoğdu Kayal’ın Kore Mektupları. İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkmış. Gündoğdu Kayal 1950-53 yılları arasında Kore’ye savaşmaya gidenlerden değil, ama 1958 / 59 aralığında askerliğini Kore’de yapmış. O dönemde daha çok da babasına yazmış olduğu mektuplar ve karşılığında babasının yazdığı mektuplardan oluşan bir seçki. Aslında Kore’deki yaşamdan çok, o dönemde Ankara’da yaşamakta olan ailesinin yaşamına, dönemin Türkiye’sine ışık tutan bir belgeler dizini. Ben Gündoğdu Beyin babası, Selahattin Kayal’ı çok sevdim. Mektupları ne kadar içten, nasıl bir özlemi yansıtıyor, içim gitti. Geçen haftasonu bunun üzerine İz TV’de Kore savaşına katılan askerlerin anlattıklarını dinledim bir programda, tam oldu. Kore’ye tekrar gideceğim günü iple çekiyorum.