Sabah kahvaltıda Taiwanlı Hanım bana ” Siz öğretmen misiniz?” diye sordu. Hayır etrafta çoluk çocuk olduğunda öğretmen gibi davrandığım doğru. Oraya çıkmayın, yerlere çöp atmayın mooduna geçiveriyorum hemen. Ama burada tek yaptığım oturup çarkıfelek meyvamı yemek. “Nerden anladınız? “dedim. İngilizceniz çok iyi diye cevap verdi. Sonra nasıl olduğunu anlamadım ama Tayvancanın nasıl bir dil olduğuna ve Taiwan’da dil eğitimine dair bir konuşmaya daldık. Ülkelerinde Okullarda resmi dil Mandarin Çincesiymiş. 1949 yılından sonra zorunlu hale gelmiş. Ama kendileri Taiwanca da konuşuyorlarmış karı koca. Annesi Japonların asimilasyon projesinden dolayı Japonca da biliyormuş. Türkiye’den buraya geldiklerinde ki çocuklar orada doğmuşlar, en büyüğü 6 ortancası 5 küçük 2 yaşındaymış. O yüzden onlar İngilizceden başka dil konuşamıyorlarmış. Tayvancayı da üç beş sözcükle konuşuyorlarmış. Kızkardeşi bu çocuklara ne diye ana dilini öğretmedin diye kızıyormuş. Bu arada en büyük çocuğu 1991 yılında doğmuş. Burak’tan bir yaş küçük. “Sizde de anne karnındaki yılı sayma var mı ?” diye sordum varmış. Ama yaş Çin takvimine göre ilerliyormuş. Çocukların nerede olduğunu sordum. Birisi Hollanda’da, diğeri Cambridge’de, sonuncusu da Glaskow’daymış. “Ne güzel 3 çocuk sahibi olmak” dedim. “Eğitimlerine para vermek zorunda olunca kötü, hepsi para kazanmaya başlayınca iyi” diye cevap verdi. Önceki gün Botanik Park’a giderken önünden geçtiğimiz Ferres College’ın dönemi 10 bin poundmuş, 3 dönem olduğu düşünülürse yılda 30 bin pound vermek gerekiyor. İnsan ev alır o parayla. ( Bizde de para olunca ev alma gereği bu sözle tespit edilmiş oluyor ) Suudi şeyhlerinin çocuklarını okutmak için herhalde bu üniversiteler. Sonra yeni misafirler geldi, kadıncağız çay getirmeye gitti yoksa sohbeti iyice koyulaştırmıştık ayaküstü.
Bugün hava güneşli olacakmış. O yüzden açık alanlara gitmeye karar verdik. İlk önce Calton Tepesine çıktık. Bu tepe Princes caddesinin doğu tarafına düşüyor. Şehrin pek çok yerinden buradaki binalar gözüküyor. Unesco’nun da dünya mirası listesinde yer alıyor. İçinde İskoçya Ulusal Anıtı, Nelson Anıtı, Dugalt Steward Anıtı,Political Martyrs Anıtı ve Gözlem Kulesi/ Rasathane yer alıyor. 1456 yılında James II burayı spor yapsınlar diye düşünmüş. Mimar William Henry Playfair tepedeki düzenlemenin çoğunun sorumlusu. David Hume’un mezarı da burada.iskoçya Milli Anıtı Parthenon’dan esinlenerek , Napolyon Savaşlarında ölen İskoç askerlerini anmak için yapılmış. 1826’da başlayan inşaat parasızlıktan 1829 yılında durmuş, sonra da bir türlü tamamlanamamış. Calton tepesinde bazı festivaller de gerçekleştiriliyormuş. Nisan ayında Fire Festival varmış örneğin. Ben bugün yanıma dürbünümü de almıştım, dört bir yandan manzarayı doya doya seyrettik. İn çık biraz yoruldum ama değdi. Katırtırnakları ve bazı başka bitkiler de dikkatimi çekti. Aşağıdaki bazı görüntüler yukarıdan şehrin görünüşü. Son olarak Calton tepesinden karşıda Arthur’s Seat’in olduğu tepeler ve o tepelere çıkan insanlar da gözüküyor. Hüsam ve ben çıkmak için pek uygun değiliz belimizden ötürü ama günün sonunda ayrıldığımızda Burak Hollyrood Parka gidip, iyice tepeye değil, ama belli bir noktaya kadar çıkmış. hatta tavşanlar görüp fotoğrafını da çekmiş.
Calton tepesinde iki saat kaldıktan sonra kaleye gittik. Calton’dan kaleyi görmüştüm. Kaleden de Calton’u görme şansına eriştim.Kale bilet kuyruğu çok uzundu. O yüzden kuyruktan çıkıp biletleri online aldık. kaleye girdikten sonra da dağıldık. Hüsam ile Burak bir İskoç rehberin peşine takıldılar, ben de kendi başıma gezmeyi tercih ettim. Adamın etrafı çok kalabalıktı, söylediklerini doğru dürüst duyamıyordum çünkü. ben öncelikle Savaş Müzesine girdim. Orada İskoçların ne denli yavuz askerler olduğuna ve İsveç kralının ordusundan, İngiltere’ye her yerde ne kahramanca savaştıklarına dair bir film izledim. Anladığım kadarıyla askerlikleriyle çok övünüyorlar. Ulusal Müzede mucitleri sıralanıyordu, Graham Bell, Baird vs. Onu daha çok taktir etmiştim. Dünyanın her bir köşesinde de ölmüşler tabii. Ondan sonra her bir şehit askerin ismi yazılı, fotoğraf çekmenin yasak olduğu bir binaları var kalenin içinde. Gitme savaşmaya ve ölme bu kadar basit. Dünya biz kadınların yönetimine kalsaydı, bu kadar çok savaş olmazdı. Kim çocuğunun savaşta ölmesini ister, gözünün içine bakarak büyütüyor her anne. Bu arada İskoçya’da askerlik epeyce pahalıymış. Adamların elbise ve aksesuarları akıl almaz ayrıntılı ve güzel. Zaten o yüzden yüksek sınıftan askerlik yapanlar çok. Peki bunlar denizaşırı ülkelere gidince ne oluyor. İskoçya’da gönüllü asker grupları toplanıyor ve onların askeri üniformaları bildiğimiz düz haki. Bu arada süvari müzesi, St Margaret Chapel ( 12 yy ) ki Edinburgh’un en eski binası olduğu söyleniyor, zindanlar ki bazıları savaş esirleri, bazıları da askeri hapishanelerdi. Savaş esirleri için olanlar çok kötüydü. fezi de kokuyordu mekan.- Queen Anne binası gibi pek çok bina da kalenin içinde gezilebilir. Hanedan mücevherlerini, kocaman top Mong Meg’i de görebilir ve İskoçya tarihi hakkında pek çok bilgiyi alabilirsiniz. İskoç Kraliçesi Mary nasıl gelmiş, nasıl ölmüş Kral James zamanında inşasına başlanan Royal palace nasılmış, 32 kısım tekmili birden tarihi bilgi ayaklarınızın altında.
Kalede her milletten insan vardı. Hem Calton tepesinde hem de kalede en çok Çinli vardı galiba. Tabii ben Korelileri de hemen ayırt ettim, Hintli de gördüm çok. İki tane de genç Türk vardı. Hem Burak, hem de ben farklı müzelerde rastlamışız kendilerine. Kaleden sonra yine Grass Market ve Royal Mile’a indik. Yolda dört tarafından farklı renk görünen bir çiçekli yatağa rastladık, bir projeymiş. Grass Market’ta bir yerde kahve içtik. Sabah Calton tepesinden baktığıda inşaat olan bir bölge görmüştüm. Eski evler vinçler filan vardı. O bölgeden de geçtik. Çalışmalara baktık. Her yer korumalı kafanıza bir şey düşmesi mümkün değil. Şehirde eski binaların çopu artık farklı amaçlarla kullanılıyor. Yeni bina çok az. Eski binaları da yeni işlevlerle kullanıyorlar.
Arkadaşım Zerrin bizden bir hafta önce İskoçya’daydı. Bize Dunbar Close’un çok güzel olduğunu söylemişti. O yüzden özellikle o close’u arayıp bulduk. gerçekten tavsiye ettiği kadar vardı. Çok güzel bir bahçe. Çiçeklere bayıldık. Hatta ben üç dört tanesinden tohum alıp, Botanik Park’tan aldığımız tohum koyma zarflarına koydum. Bakalım bunları yetiştirmeyi becerebilecek miyim ? Bir iki close ötede ise Adam Smith’in evini gördük.
Son olarak yürüyüp Kraliçenin Hollybrook Sarayının önüne geldik. Tabii kapalıydı. Ama ben yine de dışarıdan fotoğraf çektim. Kapıda nöbetçiler bekliyordu. Prens Charles iki gün önce buradaymış. Kraliçenin ne zaman geleceği belli olmazmış. Sarayın yakınında bir de Kraliçenin banyosu vardı. Minnacık bir şey ne banyosu anlamadım. Sonra yakındaki mini parkta dolaştık. Çok yakında İskoçya Parlemento binası var. Modern bir bina onun da fotoğraflarını çektim. Dönüşte Caledonian Bira fabrikasının önünden otobüse bindik. Ara sokaklarda arabalar sıra sıra düzenli bir biçimde park edilmişti. Gıpta ettik resmen.
Akşam hava kararmadan pansiyondaydık. Dönmeden Tesco’ya girip market alışverişi yaptık. Bu market alışverişleri faydalı oluyor, fiyat karşılaştırmaları yapıyorum kendi çapımda. Son olarak Burak’ın çıktığı tepelerin bazı fotoğraflarını koyuyorum. Eğer biraz daha zamanımız olsaydı belime rağmen ne yapar eder ben de çıkardım.