Bugün Pazar. Artık Pazar günlerini seviyorum. Geç bir kahvaltının yapıldığı, bazen yürüyüş, arkadaş ve akraba ziyareti, ya da Saklıköy’e , evime gidiş. Ayaklarımı uzatıp kitap okuyabiliyorum, ya da film izleyebiliyorum. En sevdiğim sonbahar günlerinde artık dökülmeye başlamış sapsarı yaprakların üzerinde de dolaşabiliyorum. En güzeli emekli olduğumdan beri Pazartesi Günü sendromundan uzağım, evet, en güzeli de bu bence.
Hep çocukluğumuzun günlerine özeniriz ya. Ben Pazar günlerinden nefret ederdim. Benimki gibi orta sınıf memur ailelerinin çoğunda Pazar günleri birbirine benzerdi. O gün haftaya hazırlık günüydü genellikle. Eskiden çoğumuzun evinde termosifon ile çalışan banyolar vardı. Nerde öyle günde iki kez duş almak. Pazar günü o termosifon yakılır, önce odunlu, sonra gazlı, herkes sırayla banyo yapardı. Sıhhatler olsun- ki yıllarca saatler olsun deyip, bu saat de neyin nesi diye sorgulamamışızdır- temennileriyle kıpkırmızı olmuş bir biçimde, çoğu kez de keselenip filan o banyodan çıkardık. Banyo erken saatte yakılırsa hasta olmamak garanti olurdu, kalorifersiz evlerde soba başında ısınılırdı ki, haftaya soğuk alınmayla başlanmasın.
Hafta sonu olduğundan mutlaka daha çok ödev verilmiş olurdu. Çalışkan bir öğrenci olmama karşın, ne ev ödevinden ne de okuldan hoşlanırdım. Ama hepsini eksiksiz yapardım tabii, olmaz olası yükselenim Başak burcu sorumluluğu sağ olsun. Bir de babamın savcı olması dolayısıyla Anadolu’nun farklı şehirlerinde yaşamış olmamın getirdiği siyah önlük beyaz yakalı ( lisede bile ) forma giymek zorunda olmanın sakilliğini düşününce -ki düşünmek bile istemiyorum – nefret ile anımsıyorum o okul yıllarını. Beyaz yakanın biritini koparır cebime koyardım, sorduklarında da biriti koptu derdim öğretmenlere. Lise sonda İstanbul’a geldiğimde lacivert jile forma giymiştim de o bile tuvalet gibi gelmişti. Saçlar da illa ki üç belik örgü olacak. O yüzden tüm ortaokul ve lise hayatım boyunca kısa saçla gezdim, o kadar uzamadığından. Üstelik sanırım 1974’e kadar Cumartesi günleri de yarım gün okula giderdik. Okula gitmeden önce önlük yıkanıp ütülenecek, yaka kolalanacak. Bir de ayakkabılar parlatılacak. Bu ayakkabı boyama işi bana aitti evde. Herkesin ayakkabılarını toplar, boyar, cilalar ve parlatırdım. Sonra kısacık olmasına rağmen, tırnaklarımın arasına girmiş boyayı çıkarmak için uğraşışım. Ama sonunda pırıl pırıl parlayan ayakkabıları sıraya dizer, marifetime gururla bakardım. Evde kadife benzeri kumaşlar varsa, parlatmak için onları özellikle saklardım. Şimdi parlatıcılar filan çıktı ama o zamanların uğraşı ve elde ettiğim sonuç şimdikinden farklı. Hala bazen eski usul ayakkabı boyayıp, parlattığım da oluyor. Zaten toprakla uğraşmak, akrilik boya, ayakkabı boyası derken o tırnaklar hiç bir zaman bir hanfendi tırnağı olamıyor, hep kısa, hep kısa 🙂
Pazar günleri sabah sineması genellikle Kovboy filmi olurdu. Western değilse o zaman Lassie gibi köpekli ya da atlı bir hayvan filmi var demekti. Tv zaten siyah beyaz, ama oynayan filmler de siyah beyazdı. O dönem o kadar çok film izlemişim ki, şu anda karşıma hangisi çıkarsa çıksın anımsıyorum. Babam özellikle John Wayne filmlerini severdi.
Ben müzikallerden hoşlanırdım. Hatta bu konuda da şurada yazmıştım. Necefli maşrapa günleri işte. Pazar Günleri deyince aklıma Cenk Koray geliyor bir de. Pazar stüdyosu, Tele Pazar, Tele Kutu filan. Sonra zıp zıp zıplayan Erkan Yolaç. O soğuk esprilerine bir türlü alışamamıştım Cenk Koray’ın. Akşamları ise Bizimkiler tabii. Yıllarca izledik de, o çocuk bizim ekranda büyüdü resmen. Şimdilerde sağda solda biracı Cemil’in Sevim koş koş, ne birası Sevim reklamlarını hala görüyorum.
Yetmişli yılların Pazar Günleri denince aklıma Bonanza ve Küçük Ev geliyor. Michael Landon ikisinin de başrolüydü. Küçük Jo benim ilk aşkımdır itiraf edeyim. Ortaokulda en yakın arkadaşımla Pazartesi tüm konuştuğumuz Küçük Jo son bölümde ne yapmış olurdu. Sonraları Küçük Ev’i de aynı coşkuyla izlediğimi anımsıyorum.
Çocukluğumun Pazar günlerinden en çok özlediğim sanırım babam. Yoksa hissettiğim o tatil bitiyor hissi hiç özlenir gibi değil.
Hazır bir Pazar günü yazısı yazmışken bir iki de kitap önereyim okuduklarımdan. Ursula Le Guin’in Rüzgarın On İki Köşesi adlı kısa öykülerini okuyorum. Bunlar kronolojik olarak verilmiş öyküler. Fantezi ya da bilimkurgu başlıkları altına girmeyecek olanlar da elenmiş. Çoğunun başında da ne zaman ve nasıl yazıldıkları ve nasıl karşılandıklarına dair açıklamalar da var ki beni en çok bunlar ilgilendirdi. Bir gelişim sürecini görebiliyoruz çünkü. Romanlarına kaynak ya da başlangıç olan öyküleri okumuş olmak da beni sevindirdi. Çoğu romanını okumuşumdur çünkü. Kendisi ile ilgili şurada bir yazı da yazmıştım Ursula Le Guin’in.
Okuduğum ikinci kitap 12 Eylül Döneminde yaşananlarla ilgili. Dönemi geride kalan aileler anlatıyor. Ölenlerin, işkence görenlerin, hapse girenlerin çocukları, kardeşleri, eşleri, enne babaları. Böyle dönemlerden geçtik, hala da geçiyoruz. Bazen görüp bir şey yapamıyoruz, bazen görmemezlikten geliyoruz, elini taşın altına sokanlar oluyor, çekinip bir şey yapamayanlar, ya da tamamen bihaber olanlar. Sonradan da olsa dönemi bilmek, yaşananları öğrenmek, anlamak, anlamaya çalışmak önemli. Bazen sosyal medyada bir iletinin altına yazılan yorumları okuduğumda kanım çekiliyor. O kadar acımasız, kendimizden olmayana, bize uzak olana o kadar empati gösteremeyen , hadi onu geçtim nefretle bakan bir toplum olduk ki, inanamıyorum. İnsafsızlık bizim başımıza gelmiş de olsa aynıyız. Bu tip olaylara hep yakınız. Bize de olmayacak diye bir şey yok. Yaşadığımız coğrafyada özgürlükten esirliğe geçiş bir andan kısa sürede olabiliyor. “Keşke bir öpüp koklasaydım, bir kokusunu alsaydım ” öldürülen yayıncı Sol ve Onur Yayınlarının sahibi İlhan Erdost’un kızı Alaz Erdost’un yazısının başlığı. Kitabı okumak zor, itiraf edeyim, her sayfasında bir el resmen kalbinizi sıkıyor. Ama okumanızı tavsiye ederim, özellikle de o dönemi yaşamayanlar, ya da bihaber yaşayanlar için iyi bir kaynak.
Bir de film izledim bu aralar. Sully. Tom Hanks’in 15 Ocak 2009 New York uçak kazasında arızalanan yolcu uçağını Hudson Nehrine indiren kaptan Chesley Sullenberger’ı canlandırdığı film. Uçağa binmekten nasıl korktuğumu, ama yine de 13-14 saatlik uçuşlar yaptığımı şu yazımda anlatmıştım. Yine de bu filme gittim. Yönetmen Clint Eastwood. Bir kere Tom Hanks yaşlanmış arkadaş. Her ne kadar gerçek pilota benzetmek için yapılmış bir makyaj söz konusuysa da, o güzel mavi gözlerini bile net göremedim. Ay niye yaşlanıyoruz biz ya, ne fena. Ama filmi izledikten sonra diyorum ki, eğer olur da düşecek bir uçakta olursam Allah Sully gibi pilot nasip etsin. O nasıl bir soğukkanlılıktır, nasıl bir zamanlamadır. Adam karar almak için doğmuş resmen. Olayı bilmeyenler için kısaca özet geçelim. Deneyimli pilot Sully kuş çarpması nedeniyle iki motoru da duran uçağı Hudson Nehrine indirir ve 155 yolcu burnu bile kanamadan kurtulur. Anlattıklarım spoiler değil, zaten bu bilgiyle başlıyor film. Sully’nin uçağı niye seçilen iki havaalanına değil de nehre indirdiğinin soruşturması konu edilen. Bu arada geri dönüşlerle olay anlatılıyor. İnsan düşünmeden edemiyor tabii, Biz de pilot uçağı indirecek bile olsaydı, önce yolcular birbirini ezerdi, sonra ilkyardım gecikirdi. Yardım gelse o aşamada insanlar telef olurdu falan da filan. Gidin görün filmi, özellikle de uçaklardan uçmaktan hoşlananlar. Tom Hanks sevenleri için de olmazsa olmaz tabii.