by

Yedigöller, Safranbolu Gezisi / Birinci Gün

Yine bir Salı – Çarşamba kaçamağı yapıp gittiğimiz Yedigöller Safranbolu gezisinden dün gece döndük. Bugün bir yandan olmazsa olmaz çamaşır yıkama seansını gerçekleştirirken Fernando Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı’nı okuyordum ki aşağıdaki bölüme rast geldim. Biraz sarsıldığım doğrudur, ama ben onun gibi hissetmiyorum. Heyecanla başlayıp bitirdiğim, her ayrıntıyı severek incelediğim  bir geziydi.  Pessoa’nınki de   farklı bir düzey tabii. Ben kendiminkini tercih ederim yine de. Hoş Bedri Rahmi de oğluna “Gökyüzünün her yerde mavi olduğunu öğreteceğim.” diyor ama, bizleri birbirimizden ayrı kılan o mavinin tonlarını farklı algılamak belki de.

Çıkmadan önce belirlediğimiz rota Yedigöller, Safranbolu, Amasra gidiş, sonra Ereğli üzerinden dönüştü, ama çok iyimser davranmışız, evdeki hesap çarşıya uymadı. En iyisi en baştan başlamak.

Öncelikle bu geziye kızkardeşim de katılsın istiyorduk, ama Salı günleri ders veriyor olması, Perşembe günü Hüsam’ın Bahçecilik kursu derken bu olmadı. Aslında Çarşamba günleri de benim Oyuncak Hayvan Yapımı Kursum vardı reelde, fakat hocamız düşüp elini, kolunu kırıp,  ameliyat olunca, kurs bir süre ertelendi. O yüzden de Salı ve Çarşambayı birleştirip bir yerlere kaçabiliyoruz.

Saat 6’da çıkmayı planlamıştık ama çıkış 6.30’a sarktı. Bir miktar kalabalıklaşmıştı tabii yollar. Eve yakın Pembegül Pastanesinden sandviç aldık, tabii glutenli cinsinden. Gezilerde glutensiz şeyler bulmak zor oluyor. Diyeti bozunca da hem rahatsız oluyorum, hem de kilo alıp dönüyorum. Bu kez de öyle oldu. Sabah tartıldım, az biraz sinirim bozuldu. Şimdi elmaya talim bir iki gün geçireceğe benziyorum. Neyse efendim Yedigöllere gidiş yolu ayrı bir güzellik. Başlangıçta biraz sise maruz kaldık, sonra hava açıldı ve sonbahar renkleri gözümüzü gönlümüzü açtı iyice.

Daha önceki yazılarımda sözetmişimdir, ben gölleri çok severim. Saklıköy’de evin yakınlarına suni bir göl yapılıyor. Orayı burayı kesip biçerek ve çıkardıkları toprakları tam karşımızdaki bir tepeye yığarak yapıyorlar, ağır bir yağmur da o toprakların aşağı inip önümüzdeki evin üstüne geleceğinden korkuyorum. Böyle antin kuntin işler yapılmadan oluşmuş doğal göller, ya da düzgün yapılmış suni göller başımın tacı tabii. 1998 yılında gittiğimiz Finlandiya’da uçağın inişi sırasında gördüğüm manzarayı hala unutamıyorum. Yeşil ve mavi. 188.000 gölün olduğu yüzde 90’ı orman bir ülke ne de olsa. O gezi ile ilgili şuraya bakabilirsiniz. Daha sonra Kanada’ya gittiğimizde Calabogie gölü kıyısında bir tesiste kalmıştık. O gölü de unutamıyorum. O geziyle ilgili de şuraya bakabilirsiniz. Bu yaz da Eğirdir ve Salda Gölüne gidip yazmıştım. Aslında Yedigöllere kuşların olduğu zaman gitmeliydik. Bu da onların olduğu zaman tekrar gideceğiz anlamına geliyor. Yedigöllere’e vardığımızda hava iyice soğumuştu. 10 derece filandı. Allah’tan üzerime giymek için kalın bir anorak almıştım. ( Üç farklı incelikte dış giysi aldım itiraf edeyim )

Kapıdan para filan vermeden geçtik, arkadaşlar aşağıda alır dedi kapıdaki görevli, aşağıda kimse yoktu. Zaten göllerin kenarları da çok kalabalık değildi. Derin Göl kıyısında kamp yapan üç dört araba vardı. Diğer göller kenarında da gezinti yapan taş çatlasa 10 kişi. Herkes hafta sonu ve sıcak zamanlarda geliyor demek ki. Ama göller, manzara ve hissettirdikleri olağanüstüydü. Öncelikle şöyle bir şema vardı, anlatmaktansa onu koyayım.

 

 

Sonra da benim çektiğim fotoğrafları ekleyeyim.

Büyük Gül’ün üstündeki Cafe’de oturduk biraz, Hüsam bir yumurta yedi, ben bir kahve içtim, sonra yola koyulduk. Yollar çok güzeldi, ama bir süre sonra telefonumuz çekmez olunca yol yardımı da alamadık  ve bir miktar kaybolduk. Sonra yolu köylülere sorduk, biraz gecikmeyle Karabük’e vasıl olduk. Yolda iki köpeğe rastladık. Müthiş güzellerdi. Dere kenarında egrete benseyen bir de balıkçıl gördüm, fotoğraflayamadan uçtu gitti. Ağaçların gövdeleri uzun uzun, bilim kurgu filmlerinden fırlamışlar gibi. Arabayı Hüsam kullandığı için ben de rahat rahat etrafı izledim. Karabük’e gelmeden pek çok tünele girdik çıktık. Karabük çok sıradan, küçük bir şehir. Ama Safranbolu’ya girer girmez manzara değişti.

Daha önce netten bulduğumuz bir konağa gittik. Birol Beyin 3 ayrı konağı varmış. Bizi merkeze yakın olana götürdü. Orası kendi büyüdüğü konakmış. Odamıza yerleştik. Tuvalet ve banyosu ayrı. Tuvalet bu konakların çoğunda olduğu gibi dolap gibi bir şeyin içinde. Hüsam hemen sedire yerleşip poz verdi.

 

Dışarı çıkıp Cinci Hamamının önüne geldik. Hava henüz kararmamıştı, öncelikle yemek yemek istedik. Safranbolu’ya özgü yemekler yapan Hanım Sultan Restaurant’a girdik.

Yöreye özgü yemeklerden Etli Yaprak Dolması, Perohi ve Cevizli Erişte istedik. Özellikle dolması çok lezizdi. Perohi yapımını şuradan izleyebilirsiniz.

Ardından bir pisi gelip yemek istedi. Ona biraz erişte verdim.

Daha sonra Meydan’da Eski Çarşıdaki dükkanları gezdik, minik minik dükkanlarda lokum, hediyelik eşya, kırtasiye, baharat ve pek çok başka şey satılıyor, fiyatlar da ehven. Çarşıdaki Camiin adı İzzet Paşa Cami. Cinci Hamamı ile Cinci Han da daha sonra gezdiğimiz yerler arasında yer alıyordu. İzzet Mehmet Paşa 3. Selim’in saltanatında 1794-1798’de sadrazamlık yapmış.  1743’de doğduğu ilçeye İstanbul’daki Nuruosmaniye Camisi’nin adeta küçük bir modelini 1796’da inşa ettirmiş. Tarihi Cinci Hanı ve Hamamı’na gelince, Sultan İbrahim’in Anadolu Kazaskerlerinden Cinci Hoca (Kazasker Hüseyin Efendi) tarafından yaptırılmışlar. Safranbolu Turizm Bürosu Han hakkında şöyle bir açıklama yapmış : Kesme ve moloz taştan 17. yy. ortalarında yapılmış olan han, iki bölümden oluşmaktadır. Ortadaki avluya açılan iki katlı revakların gerisine odalar, güney batısına ise avludan geçilen ahır bölümü yerleştirilmiştir. Avlunun ortasında bulunan havuz genel görünümünü bugün de korumaktadır. Yeni restore edilerek hizmete açılan 2 katlı 63 odalı Cinci Hanı’nın giriş kapısı, kilit ve anahtarı; Türk demir işçiliğinin ilginç örneğidir.

Çarşıda tekerlekler, hamur tahtaları ve çeşitli ahşap malzemenin bir kenara yığıldığını farkettik ve sabah buraya bakalım dedik. Daha sonra Demirciler Çaeşısında bir Demirci Dükkanı gördük. Bakınırken sahibi kendisinin ne denli ünlü olduğunu anlattı.  Bu arada ahşap malzemeyi de onun sattığını öğrendik. Kazım Madenoğlu pek çok dizide oynamış, ayrıca dizilerde kullanılan silahları üretiyormuş, çok tatlı dilli bir adamdı. Bize çay ikram etti. Kendisi ile yapılmış bir röportajı şuradan izleyebilirsiniz.

Kazım Madenoğlu’ndan iki tane tekerlek satın aldık. Ben ayrıca küçük bir hediye aldım.

 

Çarşıda pek çok Çinli turist vardı. Ben son zamanlarda Çin ve Tayvan dizilerine de merak saldığımdan konuşmalar çok tanıdık geldi. Aslında Japon ve Koreli turistler de yakın zamana kadar çok geliyormuş ama patlamalardan sonra, gelmemeye başlamışlar. Ama dükkanlarda Çince, Japonca ve Korece açıklamalar da var.

İki saat kadar dolaştıktan sonra Konağa geri döndük. Yarın gezeceğimiz çok yer olduğu için,  çok geçe kalmadan uyuduk.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *