Yıllar önce tarih bölümünü bitirip Sanat Tarihi Yüksek Lisansına başladığımda, aslında Arkeoloji okumam gerektiğini farketmiştim. Abdullah Kuran ve Aslıhan Yener gibi değerli hocalarımın ders verdiği programı ekonomik bazı güçlükler nedeniyle yarıda bırakıp, çalışmaya başladığımda hem yapmam gerekeni yapmış olmanın rahatlığı, hem de istediğim kadar okuyamamış olmanın verdiği iç sıkıntısı vardı. Daha sonraları bu yarıda bırakma öyküsü hep pişmanlığım oldu çıktı, şimdiki aklım olsaydı, şöyle zorlardım, böyle zorlardım deyip durdum. Herhalde kırk yaşından sonra yüksek lisans yapmamda kırk yaş krizinin yanısıra, bunun da etkisi vardır.
Bizim ülkemizde arkeolog olmak, Indiana Jones’luktan zordur. İzin aşamasından, ekonomik sorunlara, kazıdan, müzeye , öncesinde sonrasında her aşama insanı delirtebilir. Arkeologların adı da mezar kazıcıya çıkmıştır zaten. Tabii mezun olan kişi gerçekten kendi mesleğini yapabiliyorsa. Yoksa arkeolog bankacıdan öğretmene, pazarcıdan taksi şöförüne pek çok mezun görebiliriz. Bazen gerçekten devam etseydim, ne olurdu, diye düşünmüyor değilim.
Geçenlerde yeni çıkanlar bölümüne göz gezdirirken Ekrem Akurgal, Bir Arkeoloğun Anıları kitabına rastladım. Türkiye Bilimler Akademisi yayınlarından olan kitabın ilk basımı 1999 yılı. Ben Ekim 2014 baskısını aldım.
Akurgal “Yaşam Öyküme Başlarken” bölümünde Hayfa’nın Tulkarem Kasabasında 1911 yılında doğduğunu belirtir. Burası dedesinin yaşadığı yerdir ve annesi doğum yapmak için İstanbul’dan buraya gelmiştir. Akurgal “Dedemin narenciye bahçeleri ve çiftliği, arkeoloji dünyasında büyük bir ün kazanan eski Caesareia Kenti’nin harabeleri yanında yer alıyordu.” der. Bu ören yerinde ele geçen ve Fatih Dönemine ait olan bir çeyrek altın sikke de uğur getirsin diye ninesi tarafından nazar boncukları ile kendisine takılmıştır. İşte bir arkeologun yaşam öyküsünü anlatış tarzı. Gerçekten elinizde çekiç varsa, her şeyi çivi olarak görmeye başlıyorsunuz.
Akurgal daha sonra yedi yaşına kadar yaşadığı Akyazı’daki çiftliği ve çocukluğunu, yedi yaşından sonra da okumak için halası ve eniştesinin yanına İstanbul’a gitmesini anlatır. Bunları anlatırken de Akyazı’yı, İstanbul’u, o yılların önemli olaylarını ve kişilerini aktarmadan geçmez. Kötü bir öğrenci olarak başladığı öğrenim hayatına başarılı bir öğrenci olarak devam eder. İstanbul Erkek Lisesini bitirdikten sonra devlet bursuyla arkeoloji öğrenmek için Berlin’e gider. Bu kez de Berlin’deki yaşamı, hocaları, karşılaştığı güçlükler ve güzellikler hakkında bilgileniriz.
Akurgal’ın Berlin’de bir kitap okuma öyküsü, bir yönden benzediğimizi gösterdi bana. 1933 yılının Aralık ayında Arkeolojye Giriş kitabını okuyormuş. Kitabı eline aldığında saat 10.00 iken, saat 12.00’de yalnızca beş sayfa okuyabilmiş olduğunu farketmiş. Çünkü çoğu zaman benim de yaptığım gibi habire sözlüğe bakıyormuş. Kitap 500 sayfayı aşkınmış. Kütüphanede yaklaşık olarak 30 bin tane kitap varmış. Bundan sonrasını ondan dinleyelim : ” Yani bu kitabın tümünü günde 10 saat okusam, bitirmek için yirmi gün sarfetmem gerekiyordu. Sonra 30 bin cildin ortalama 300 sayfa olduğunu düşünerek bu kütüphaneyi kaç yılda okuyabileceğimi hesaplamaya kalktım. Öyle rakamlar çıktı ki güzel düşlerim kırıldı ve korkunç neticeyi almadan kitabı kapadım ve kendimi dışarıya attım. Yemek yerken düşünüyordum, bütün kitapları okumamın, her kitabı da sonuna kadar okumasam bile, yine de bir hayli zaman alacağı kafamda belirdi. Büsbütün irkildim ve kendimi avutmak için sinemaya gittim. Sinema dönüşü başkaları nasıl yaptıysa elbet ben de öyle yapacağım diye teselli buldum. Şimdi evimde on bini aşkın kitabım var. Bu ciltlerin hepsini okumadım ama onlardan yararlandım. Demek ki oluyormuş. ”
Akurgal Berlin’de sekiz yıl kalır. Bu arada Alman kazılarına ve Türk kazılarına katılır.Biz bu arada onun iyi giyindiğini, müzik zevkini, kız arkadaşlarını, 1930’larda bir Türk lirasının 2.5 mark değerinde olduğunu, Akurgal soyadını almasını, bu soyadının bir Sümer kralının ismi olduğunu ve Büyük Su Ülkesi anlamına geldiğini, o dönemin Türk ve Alman hocalarını öğreniriz. 1940 yılında Akurgal hem doktora sanını almış, hem de doçentlik tezini hazırlayarak yurduna dönmüştür.
Bundan sonra asistan olarak girdiği Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde bir yıl sonra doçent olmasını, 32 ay yaptığı askerliğini ve evliliğini okuruz. Sonrası arkeoloji bilim dalının kuruluşu adına yaptığı çalışmalardır. Anatolia Dergisi, Epigrafi çalışmaları, kazılar.
Bu arada anlattığı en ilginç şeylerden biri de öğrencilerini nasıl yetiştirdiği konusudur. Bir arkeolog olabilmek için yabancı dilin olmazsa olmaz olduğunu söyler. Yetersiz gördüğü öğrenci adayına açık bir biçimde arkeolojiye girmemesini tavsiye eder. “Sosyal branşlar için öteden beri zengin aile çocuklarının girmesini gerekli görürdüm. Çünkü sosyal dallar, yani felsefe, tarih, pedagoji ve arkeoloji gibi bilimler için bir, hatta iki üç dil bilmek zorunluluğu vardı. Bunlar ise ancak zengin ailelerin çocukları tarafından elde edilebilecek birikimlerdi.” der. Buna ilk bakışta ayrımcılık yapıyormuş üstat desek de, akademisyen olmak için rantiye olmak gerektiği konusu benim de kafamı çok kurcalamıştır. Okunacak kitaplara para yetiştirmek, ev geçindirmek sorunsalı kafanda olduğu sürece yazmaya, okumaya, araştırmaya ne kadar zaman ayırabilirsin ki. Hele de evliysen ve çocuğun varsa, bir de evli tarafın anne olanıysan. Günay Kut hocamız bir röportajında bunu açıkça itiraf etmiştir de. Çocuğum olsaydı yapacaklarımın pek çoğunu yapamazdım diye. Ekrem Akurgal da evlenen öğrencilerinden pek şikayetçidir. Hele eli yüzü düzgün yakışıklı ve güzel gençleri bölüme doldurmasından ve kazıya sıkış tıkış otobüslerde onları götürmesinden bahisle bu evlenme işinde bir miktar da kendisini sorumlu hisseder. Kız öğrencilerinden hiç birini asistan yapmaz, çünkü güzel oldukları için hemen evleniyorlardır. Ama çok sonraları, ilk eşi Lemis Hanım’ın dört yıl süren alzheimer hastalığından, genç denebilecek yaşta vefatı sonrası, önce öğrencisi, sonra Türk Tarih Kurumunda asistanlığını yapan Meral ( Manyas ) Akurgal ile evlenmiştir de. İlk eşi de İngiliz Dili Edebiyatı mezunu, annesi mebus, babası Banka Müdürü, kendisi gibi mavi gözlü güzel bir kadındır. İki erkek çocukları olur.
Akurgal anılarında Türk klasik arkeoloji biliminin öncüleri Arif Müfit Mansel, Kenan Erim, Jale İnan, Azra Erhat’tan da söz eder. Kültür varlıklarına destek veren devlet ve işadamlarını da unutmaz.
Gün ışığına çıkardığı eski kentler kısmı konunun meraklısı olmayanlarca da ilgiyle okunabilir. Çok meraklı olanlara da kitabın sonunda bilimsel kitapları ve makalelerinin dökümü verilmiştir zaten.
Akurgal’ın iyi bildiği yabancı diller ve kültür hazinesi nedeniyle pek çok devlet adamı ve ünlü kişiliğe Türkiye’nin ören yerlerini gezdirdiğini de öğreniriz. Bunların arasında Alman Cumhurbaşkanı Theodor Heuss, Alman Başbakanı Kurt Georg Kiesinger, Alfred Krupp von BOhlen und Halbach, Avusturya Cumhurbaşkanı Kurt Waldheim, Papa VI Paul ve Sofia Loren ile Carlo Ponti de vardır. Kendisi de ünlü devlet adamları ve akademisyenlerin, elçilerin konuğu olmuş, bizzat evlerinde ağırlanmıştır. Pek çok fahri doktorası da vardır. Çalıştığı dernekler ve amaçları hakkında da yazmıştır.
Son Ordinaryus Profesörlerden olan Akurgal 1 Kasım 2002 tarihinde vefat etmiştir. Pek çok öğrenci yetiştiren ve Türk Arkeoloji Tarihinin temel taşlarından olan Akurgal’ın renkli ve sıradışı kişiliğini ve çalıştığı alanın ayrıntılarını öğrenmek istiyorsak, anıları buna ışık tutmak için birebirdir.