by

İltifata tâbi olan marifet, gösteri toplumu ve ambivert kişilik

Bu sabah Netflix’ten Oscar adayı bir kısa film izledik. 1966 yılında New York Filarmoni Orkestrasına alınan tek kadın üye kontrbasçı Orin O’Brien ile ilgiliydi. Film yeğeni tarafından hazırlanmış. 1935 doğumlu, yetenekli müzisyen çok da güzel yaşlanmış. 2021 yılında emekli olmuş, ama hala öğrenciler yetiştiriyor.

Anne ve babası sessiz sinema döneminin ünlü oyuncuları, bir kız kardeşi de polisiye roman yazarıymış. İlgiye alışık anne ve babasının aksine kendisi grubun bir üyesi olmak istemiş ve arka planda olmayı tercih etmiş. Buna rağmen bu kadar başarılı olunca medyanın ilgisini üstüne çekmiş ve bundan çok utanmış. Filmde kendisine iltifat eden yeğenini bile susturuyor. Öylesine bir rahatsızlık. 12. Evinde iyi çalışan gezegenler olmalı, perde arkasında kalıp öne çıkmayı tercih etmediğine göre. Onu o kadar iyi anladım ki, sabah sabah bu konu üzerinde düşündüm birazcık.

Hak etsem bile övülmek bana rahatsızlık verir. İnsan ilişkilerini övme ve övülme üzerine kuran insanlardan zaten hiç hoşlanmam. Mutlaka sizin etrafınızda da vardır. Onlara göre yaptığınız yemek en iyisidir. Bir hediye alırsınız, dünyanın en iyi aksesuarı, giysisi odur. Yazar çizersiniz, şarkı söylersiniz aman da ne muhteşemdir, adeta bir Maria Callas, Ümmü Gülsüm gibi şakıyor, Dostoyevski gibi yazıyorsunuzdur. Çevrelerindeki herkesi gereksiz bir biçimde pohpohlar durur bu insanlar. Tabii derinlere inmeye de gerek yok, sevilme isteği bunu yapan, Bir de durmaksızın kendisini övenler vardır, onlar da ayrı sevimsiz. Bilmemne hanım bana çok özelsiniz dedi, falanca bey artık sizin gibi insanlar kalmadı buyurdu. E öyle de olabilirsin de niye durmaksızın söz edip duruyorsun? Onun da temelinde sevilme, biricik olma isteği yatıyor. Sanatçılarda, yazar çizerlerde de övülme arzusu yaygındır aslında. Marifet iltifata tabidir sonuçta. Peki bizim gibilerde de yüksek standartlar, mükemmeliyetçilik saplantısı, her zaman bir olmamışlık, bir içine sindirememe, her şeyde bir eksiklik, bir kusur, bir hata görme alışkanlığı olabilir mi bu övülmek istememe durumunu destekleyen ?

Geçen dönem yaptığım okumalardan pek çoğu Görsel İletişim Kuramları üzerineydi. Fransız Aktivist ve teorisyen Guy Debord (Gösteri Toplumu kitabının yazarı) gösterinin nasıl yaşamlarımızı ele geçirdiğini ve yaşamlarımızın nasıl gösteriye dönüştüğünü anlatıyordu. Tüketim furyasının içine dalan insanlar ayakta kalabilmek için sahte ihtiyaçlara bağımlı kalıyorlar, bu süreçte metayla olan ilgilerinin kanıtını herkesle paylaşmak zorunda hissediyorlar. Bu sonunda göstermediğimiz şey yok noktasına geliyor. Yaşam tarzımız, giysilerimiz, yediğimiz içtiğimiz her gösterge bu gösteriyi besliyor. Bir başka teorisyen Neil Gabler de hayatlarımızın bir filme, herkesin de film oyuncusuna dönüştüğünü söylemiş. Son zamanlarda benim de üzerinde çok düşündüğüm konular. Yediğimiz tatlının fotoğrafını çekip IG’a koymalar, yaptığımız el işini paylaşmalar, gezilerimizi anlatıp, kullandığımız ürünleri göze sokmalar. Bazen öyle oluyor ki hatta bazen demeyeyim çoğu zaman, o anın kıymetini bilmek yerine fotoğraf çekip, paylaşma derdine düşüyoruz. Mis gibi hava, kuş sesleri, iyot kokusu filan bir yana bırakılıyor, onun görüntüsünü paylaşmak ön plana çıkıyor. Paylaşmayınca yok sayılma düşüncesi baskın.

Aslında belki daha sosyal olup, sosyal medya kullanmadığımız zamanlarda da eşimiz, dostumuz, akraba ve komşularımızla paylaşıyorduk bazı şeyleri. Gerçi o dönemden buraya gelen kuşaktan olduğum için pek de öyle değildi sanki. Evet hastalıktı, düğün dernek haberiydi, kaynana, elti dedikodusuydu, yapılırdı. Bu da bir çeşit terapi yerine geçerdi. Ama giydiğin, yediğin, içtiğin şeyleri bu derece ön plana çıkarmazdın. Hatta annelerimiz başkalarının kolaylıkla alamadığı muz gibi meyveleri beslenmemize bile koymazdı, yiyemeyen imrenmesin diye. Pahalı aldığı giysinin parasını söyleyene ve övünene de sonradan görme, ya da görmemiş denirdi. O zamanlardan “influencer” günlerine gelmemiz ne tuhaf, değerler gerçekten çok değişti.

Bir ara herkese içe dönüklüğümden söz edip duruyordum. Onlar da bana çok sosyal ve konuşkansın niye içe dönük (Introvert) oluyorsun ? diye soruyorlardı. Öte yandan ara ara sosyal fobi belirtileri gösterdiğim de oluyor. Bir toplantıya katılıp tüm enerjimi tüketip, inime dönmek istemeler, birine açmam gereken bir telefonu açana kadar dönenip durmalar, konuşmaktan kaçınmalar filan. Bu gibi insanlar için sosyal medya, çok fazla iç içe olmadan açığa çıkmanın bir yolu da olabiliyor. İstediğin zaman kapatabildiğini bilmenin rahatlığı. Yüz yüze olsan kaçamayacaksın. Fakat ben ara ara sosyalleşmek de istiyorum, kalabalık gruplar, ya da bireysel arkadaşlıklar sürsün, konuşayım, güleyim istiyorum. Benim gibi olanlara “ambivert” deniyormuş. Ambi, her ikisi birden. Hem içe, hem dışa dönük. Yine burada da ornitorenk’e benzemeyi başardım yani, aferin bana.

Sonuç olarak son zamanlarda bu gösteri toplumunda beş adet IG hesabımdan her şeyi paylaşsam mı, paylaşmasam mı yoksa hepsini kapatıp kuş seslerini mi dinlesem? Göstermediğim için o kuşlar yok sayılır mı? En son tamamladığım keçe el işi duvar süsünü sadece ben görsem yetmiyor mu? Başkaları da görüp, aferin demesin mi? Deseler bu kez utanacağım, o da ayrı sorun. Bu gibi tuhaf düşünceler içindeyim. Sanırım gösterme güdüsü yaratıcılığı da destekliyor aslında. Bitsin de paylaşayım düşüncesi, ya da göstermek durumunda olduğun için fotoğrafı daha özenli çekmek örneğin. Bu bloglar, yazı mecraları da iç sesini göstermenin bir yolu oldu galiba, sonuçta o da lazım. (delirmemek için)

P.S. Bazen kısa kısa substack mecrasında yazıyorum. Linki vereyim hemen, göstermemiş olmayayım, yok sayılır yoksa. 🙂

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *