Stefan Zweig’ın Meçhul Bir Kadından Mektup uzun öyküsü en sevdiklerimdendir. Zweig da intihar eden yazarlardan, karısıyla birlikte hem de. Ben zaten ne yapar eder, intihar eden yazarları, şairleri bulurum bir biçimde. Sevdiğim biri varsa, bir bakarım intihar etmiş, biri daha eklendi derim. Henüz yaşayanlar adına da korkmuyor değilim açıkcası. Zweig’ın psikolojik irdelemeler yapması hoşuma gidiyor sanırım.
Ahmet Altan da “Geceyarısı Şarkıları” isimli kitabının ilk denemesinde ondan bahsetmiş. Hoşuma gitti birdenbire okuyunca. Denemenin bir yerinde “ Biliyor musunuz, Tanrı erkeklere yaşanan günü, kadınlara ise geçmişle geleceği armağan etti.” diyor. Ve şöyle devam ediyor “ Siz yaşanan anla pek ilgilenmezsiniz, geçmişin hesaplanması, ya da geleceğin endişesi vardır sizde. Onun için size o an hiç yetmez. Siz geniş bir zamana yayıldığınız için huzursuz, erkekler daracık bir zamana sıkıştıkları için anlayışsız olurlar.” Zweig gibilerinin ise ne o ana sığdığını ne de geleceğin kancalarına takıldığını söylemiş. “Onların hayatı, karanlık bir boşluktan , arkalarında ışıklı bir iz bırakarak ölüme atlamakla geçer.” diye de eklemiş.
Sonra Zweig’a göre “Bir yazar yazı yazarken kendisinden başka bir şey oluyor”, deyip devam etmiş. “Cinayetin yazının ve aşkın arasında garip bir ortaklık var gibi. Bu üçünü de yaparken insanlar kendilerinden başka biri oluyorlar. Aşık olan biri kendinin aşık olmayan halinden ne kadar farklı. Cinayeti işleyen, öldürmediği andaki halinden ne kadar uzak. Yazıyı yazan, yazmadığı zamanki yapısından ne kadar değişik. Cinayet, yazı ve aşk, insanın tanrısallığa en çok yaklaştığı üç durum. Biri öldürerek tanrısallaşıyor, biri yaratarak, bir de kendini çoğaltarak.” Fena değil, hiç değil.
Bir de “Bir insan yapmak” denemesi var. Rodin’den bahisle- hani heykeli nasıl yaptığını anlatırken, “Taşın fazlasını atıyorum, geriye heykel kalıyor.” demiş ya, Hepimiz de insanlar yaparız.” diyor. “Küçük kil parçasına kendi toprağımızı ekleyerek yaptığımız insan, ne kadar kendisidir, ne kadar bizdir, onu hiçbir zaman kestiremeyiz. Heykellerin çirkinliklerini, eksikliklerini kendi toprağımızla kapatıp değiştiririz, bu gerçeği de kendimizden saklarız.” Özellikle kadınların gördükleri gerçekleri kendilerinden saklamakta, heykellerini kendi yaptıkları gibi görmekte çok dirençli olduklarını ve bu işi erkeklerden daha uzun sürdürebildiklerini belirtmiş. Bir gün bütün heykeller ” Ah sen çok değiştin!” diye karşılıklı birbirlerine haykırırlar. ” Her heykel bir gün başını çevirir. Yüzü görünür. Gördüğü yüz, görmek istediği yüz değildir.”
Bir alıntı da “Bir Çizgi Bir Nokta” denemesinden “Bir insanda sevdiğimiz ne varsa, sevmediğimiz yanlarından beslenir.” demiş. Bu da hoş bir saptama bence. Doğruluk payı da pek fazla. Sonra devam etmiş : ” Ümit de buradadır belki, insanların sevmediğimiz yanlarındadır. Küçük noktalar orada saklıdır.” Ve tabii sorular sorular..” Tümüyle sevilecek yanları olan birini sevemez miyiz, yoksa sevebilmemiz için mutlaka sevmediğimiz yanları mı olmalı, insanların sevmediğimiz ya da sevmediğimizi söylediğimiz ya da sevmediğimizi sandığımız yanları mı çekiyor bizi ? ” Bizi seven biri bizi değiştirmek istediğinde , kötü olduğunu söylediği yanlarımızı bizden ayıklamak için çaba gösterdiğinde , aslında bize duyduğu sevgiden mi kurtulmaya çalışıyor, tümüyle onun sevebileceği biri olduğumuzda bizi sevmeyecek mi? ”
Herkes bizi sevsin diye mi yani bütün bunlar; ya da en azından bizim sevmesini istediklerimiz bizi sevsin diye mi? Hem aşk gerçekten kendimize benzeyen heykeller yapıp, o müthiş duygu geçene kadar onlara inanmak mı ? Galiba en doğrusu kendimize benzeyen heykeller yapmadan sevebilmek, o insanları kafamızda yoğurmamak, hem zaten onları sevmemizi sağlayan da sevmediğimiz yönleri değil miydi ?