Hayatım boyunca her ne kadar pek çok konuya eğilimim olsa da, bazıları sanırım sonuna kadar sürdürdüğüm uğraşılar olarak kalacak. Bunlarda biri de okumak.
Benim için okuma serüveni epeyce erken, beş yaşında başladı. Arkadaşlarım ilkokula başlayıp, ben evde yapayalnız kalınca, evdekileri okula gitmem gerektiğine ikna etmişim herhalde. Annem okul müdüresiyle konuşmuş , bana bir önlük dikmiş, ben de fasulyeden okula gitmeye başlamışım. “Başlamışım” diyorum, ama o günleri gayet net anımsıyorum. Bütün sınıf bir farenin arkasından koridora koşuşumuz, paltomu askıya asamayacak kadar kısa olmam, büyük ablaların “Tuvaletten ölü eli çıkıyor, burada eskiden mezarlık varmış.” diye bizi korkutması, her şey çok net aklımda. İkinci sınıfa geçme aşamasında düzey olarak sınıftakilerin üst sıralarında olmam, bari sınavla ikiye geçirelim, yazık olacak düşüncesine yol açmış ve öyle de olmuş.
Ben ilkokulu İzmir’in ilçesi Seferihisar’da okudum. Hani şimdilerde Cittaslow yavaş şehir, sakin şehir olan, pek çok kişinin dizilerle tanıdığı, Sığacık Yat Limanı, Teos adlarını akla getiren. Akkum da, Ekmeksiz de denize girdim, kumruları orada sevdim, sokaklarında istop oynadım, kedi kovaladım, çiğdem, gevrek yedim, orada bir kız kardeşim oldu. Müthiş günlerdi. Çocukluğumda babamın orada görev yapması bir şanstı benim için.
İzmir’e çok yakın olmasına rağmen o zamanlar çok virajlı, berbat bir yolu vardı. Her yola çıkışımızda araba tutar, annemin ya da babamın üstüne kusar, çoğu zaman da ilaç alıp pespaye bir biçimde İzmir’e varırdım. İzmir benim için önemliydi, orada kitap bulabilirdim. Seferihisar’a ise pek nadir yeni kitap gelirdi. O zamanlar doğum günlerimin en güzel hediyesi kitaplardı. Taa o zamanlardan kalan bazı kitaplarım hala kitaplığımın bir köşesinde duruyor. Jules Verne’lerim, Küçük Kadınlarım ve diğerleri. O sıralar annemin ve babamın kendilerine aldığı kitapları da okuduğumu anımsıyorum. Jane Eyre’ler, Aziz Nesin’ler filan. Daha sonra bu okuma elimdeki tüm parayı kitaplara yatırma alışkanlığıyla sürüp gitti. Hala bir kadın olarak, ayakkabıcı, butik her tür dükkana girip bir şey almadan dışarı çıkmayı başarabilsem de bu kitapçılarda işlemiyor. Aaa o da çıkmış, bak bu da çıkmış deyip, bazen de aldıklarımı saklayarak- ki bu durum ev kiralarken devasa kütüphaneyi sığdıracak salon aramaktan, ev bulamamalara kadar uzandığı için- eve dönüyorum. Tabii bir de mortoculuk var. Hangi akraba ya da tanıdık ölse yakınları ” Nilgün gel, amcanın ya da teyzenin kitaplarını bir elden geçir, işe yarayan varsa al”diyerek evdeki kitap sayısında artışa neden oluyor. Eski Türkçe bilmem, yaşlı tanıdıkların Eski Türkçe kitaplarını bana verme olasılığını arttırdı.
Başlarda kitap yokluğundan elime ne geçse okurdum. Eski trenler bazı köylerden geçerken çocuklar ” Gazete gazete” diye bağırıp eski gazeteleri isterlerdi. Ben de neredeyse davetiyeden, gazeteye, ilandan, dergiden, kitaba yazılı basılı ne varsa okuma alışkanlığı içindeydim. O ara zamanımı gereksiz kitaplar için de harcadığım oldu. Gerçi bu iyiyi fark etmenize yarıyor, hani çok da işe yaramamış diyemeyeceğim. Sonraları bu kitapların tümünü okudunuz mu ? diye soranlar oldu ve oluyor tabii. Bu iki yanıtı aklıma getiriyor bu soruya verilen. Walter Benjamin’in kütüphanesini gören bir gazeteci “Bu kitapların hepsini okudunuz mu? ” diye sormuş. O da “Kitaplar sadece okunmak için değil, aynı zamanda birlikte yaşamak içindir de “diye yanıtlamış. ” Bir de bu soruya “Hayır tabii, bunlar okuduklarımın bir kısmı.” diye cevap veren Enis Batur var. Sanırım benim için de öyle. Bu kitaplar okuduklarımın bir kısmı. Enis Batur demişken, biraz önceki soruya cevap verdiği denemesinde ( Ex-Libris: Kitapların Savaşı Üzerine / Kediler Krallara Bakabilir ) ” “Garip merakları olmayan kitap kurdu düşünülemez.” demiş Batur. ” Bildiğim dillerde yayımlanmış her mektup kitabını alırım sözgelimi ben.” diye de eklemiş. “Aynı benim gibi.” dedim işte burada. Mektup, özyaşam öyküsü, bilim kurgu kitapları, sevdiğim yazar ya da şairin tüm kitapları, hobilerimin kitapları, okuduğum alanın kitapları, okumadığım halde, keşke okusaydım dediğim bazı alanların kitapları, ciltleri güzel olanlar,elime aldığımda tanıdık bir dostu kucaklıyormuşum gibi olan, kokusu güzel olan kitaplar, bunu böyle uzatmak mümkün.
Elimde cildi parçalanmış, sahaflardan aldığım bir şiir kitabı var örneğin. Orhan Veli’nin “Yenisi” şiir kitabı. 1947 basımı ve içini de Bedri Rahmi Eyüpoğlu resimlemiş. Benim için çok değerlidir. Eski kitapları çok severim. Bazen içlerinden Cep Tiyatrosu programları ya da Metin Eloğlu Resim Sergisi Davetiyesi filan çıkar, o zaman benden mutlusu yoktur. Sahaflardan ilk aldığım Eski Türkçe kitap Pollyanna’dır. O zamanlar adını okuyamayıp, beş dakika çabaladığım gelir aklıma. Ancak içini açıp ilk paragrafı okuyunca ne olduğunu anlamıştım. Eski Türkçe ile İngilizce yazılabileceğini aklıma getirmemiş olmamdan kaynaklanan bir önyargı durumu. Daha sonra Eski Türk Edebiyatı alanına girince bu kez de pek çok Divan eklendi koleksiyonuma. Divan Edebiyatı lise hayatım boyunca önyargılı yaklaştığım bir alandı. Dili çözmek bir yana, her bir sözcüğü bilseniz bile binlerce alt anlamı olan derin mi derin bir tür. Aslında tam da benim hoşlanacağım türde bir gizem. Bunu keşfetmem zaman aldıysa da , sonunda anlayabildiğime memnunumdur.
Şimdilerde çocukların okumadığından yakınıyoruz, özellikle biz okuyan nesil. Ama bizim zamanımızda TV, Bilgisayar, İnternet olsaydı acaba biz bu kadar çok okur muyduk? diye düşünürüm hep. Sanmıyorum. Görsellik her zaman cezbedici bir olgu, özellikle yeni nesil için. Hem ben bu konuda çok ahlanıp vahlanan bir kişi de değilim. Zamanında bilgi edinebilmek için bir ansiklopediye bile erişimimin ne kadar zor olduğunu anımsıyorum da, şimdiki bilgi kaynakları ve erişimin kolaylığı bana mucize gibi geliyor. Tabii ki bir bilgi kirliliği var ve ciddi olanları ayıklamak bir zorunluluk, ama yine de bilgiye ulaşım artık o kadar kolay ki, imrenilmesi gereken bir şey. Üstelik E- Kitaplara karşı da çok önyargılı değilim. Her ne kadar kitabı elimde tutmanın hazzı, kokusu, hissi benim için bir olmazsa olmazsa da, gençlerin E-Kitap okuması, okuyor olmaları açısından çok önemli bence.
Son olarak Alberto Manguel’in Okumanın Tarihi kitabından da söz etmek istiyorum. Manguel kitabına önce kendi okuma tarihi ile başlar. ” Her kitap kendi başına bir dünyaydı ve ben oraya sığınıyordum.” der. Onaltı yaşındayken Buenos Aires’in üç Anglo- Alman kitapevinden biri olan Pygmalion’da iş bulmuştur. Kitapları temizleme görevlerinden biridir. “Kitapların çoğu temizliklerinin ötesinde beni baştan çıkarttılar.” der. ” Dokunulmak, açılmak, incelenmek istiyorlardı ve zaman zaman bu bile yetmiyordu. Bir kaç kez beni ayartan bir kitabı yürüttüm. Onları paltomun cebine sokup, eve götürdüm, çünkü onları yalnızca okumam değil, onların bana ait olduğunu hissetmem, bunlar benim demem gerekiyordu. ” Manguel Borges için okumalar da yapar. Borges neredeyse hiç görmüyordur. Daha önce okuduğu metinleri ona yüksek sesle okumak, önceki, yalnız okumalarını değiştirir. Borges’in tepkileri onlarla ilgili anılarını genişletir ve eskiden fark edemediklerini fark etmesini sağlar.
Manguel ” Biz günümüz okurlarının, hala okumanın ne olduğunu öğrenmesi gerekmektedir.” der. Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’inden de bir alıntı yapar : ” Hayata, o bir seferlik araba yolculuğuna bitince yeniden başlayamazsın, ama elinde bir kitap varsa, ne kadar karmaşık olursa olsun, o kitap bittiği zaman, anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin.”
Manguel Suriye Tel Brak’ta bulunan MÖ 4. bin yıldan kalma iki kil tablet ile okuma tarihinin başladığını söyler. Daha sonra nasıl okuyoruz ile ilgili açıklamalar gelir önümüze. Sessiz okuma, yatakta okuma, eski metinler, kitaplar, size okunması, okuma üzerine benzetmeler, okur olarak yazar, çevirmen, okuma yasakları, İskenderiye Kütüphanesi pek çok konuda, yazarlar, türler, okurlar hakkında bilgi ediniriz.
Manguel kitabın bir yerinde bir fotoğraftan söz eder. 1940’ta Londra’nın bombalanması sırasında çekilmiş bir fotoğrafta, çökmüş bir kitapçının görüntüsünden. ” Açılmış tavandan hayalet gibi olmuş binalar görünüyor. Dükkanın orta yerinde, bir kiriş ve eşya yığını duruyor. Ama duvarlardaki raflar yerlerini korumuş ve kitaplar yara almamış görünüyor. Döküntülerin ortasında duran üç kişi var. Biri- hangi kitabı alacağı konusunda kararsız biri- ciltlerin yan tarafındaki adları okuyor. Gözlük takan bir diğeri, bir cilde uzanıyor. Üçüncü adam, elindeki kitabı açmış, okuyor. Sırtlarını ne savaşa çeviriyorlar, ne de yok edilişi görmezden geliyorlar. Apaçık ortada olan zorluklara karşı koymaya çabalıyorlar. Soru sorma hakkı gibi herkeste olan bir hakkı kullanıyorlar. Enkazın arasında okumanın kimi zaman sunduğu görebilme yetisini – anlayışı arıyorlar. ”
Kitap yığmanın hata olduğunu söyleyen Bilge Karasu ” Ama okudum. Durmamacasına; okumaksızın yaşayamayacağımı duya duya.” der. Bana da çok yavan geliyor okumaksızın yaşayabiliyor olmak; tabii herkesin yaşama hedefi, hazzı kendine göre, ama benim için bu hep böyle oldu ve umarım ölene kadar da sürecek bir serüven olur.
Permalink //
Sevgili Nilgün,
Okuma serüvenini büyük bir keyfle okudum.
Ne kadar da güzel ifade etmişsin serüvenini çocukluğundan itibaren…
Benzeri duyguları yaşadığım için çok hoşlandım yazından. Ellerine sağlık…
Sevgilerimle…
Permalink //
Biz okumayı gönülden yapan dönemin çocuklarıydık. O yüzden birbirimizi anlıyoruz.
Permalink //
Ben de Virginia Woolf’un okuma üzerine şu lafını çok severim:
“The first process, to receive impressions with the utmost understanding, is only half the process of reading; it must be completed, if we are to get the whole pleasure from a book, by another. We must pass judgement upon those multitudinous impressions; we must make of these fleeting shapes one that is hard and lasting. But not directly. Wait for the dust of reading to settle; for the conflict and the questioning to die down; walk, talk, pull the dead petals from a rose, or fall asleep. Then suddenly without our willing it, for it is thus that Nature undertakes these transitions, the book will return, but differently. It will float to the top of the mind as a whole.”
Permalink //
Çok hoşmuş 🙂