“Issız bir adaya gitseniz yanınıza alacağınız üç şey ne olurdu?” sorusu bana da ilk kez ilkokulda sorulmuştur herhalde. Yanıtlar da pek çeşitlidir. Kimi yalnız olmak istemediği için- O zaman ne diye ıssız adaya gidiliyor değil mi ? – en çok sevdiği kişileri almaya çalışır yanına, kimisi de pek zekidir, makas, çekiç, tornavida filan alır. Şimdilerde cep telefonumu, bilgisayarımı alırım diyen de çıkıyor. Sosyal medya olmadan ne yaparız biz, değil mi ?
Son zamanlarda biraz da filmlerin, dizilerin, kitapların etkisiyle ıssız ada kavramı herkes için farklı olmaya başladı, ama kadim zamanlardan beri adalar hemen hepimizin gönlünde canımız sıkılınca, bunalınca, her şeyden daral gelince kaçıp gidivereceğimiz, mavi yeşil, pırıl pırıl, dalga sesleriyle süslenmiş yerlerdir. Ütopyalar, yokülkelerdir. Öte yandan ferahlığa açılan pencereler olma dışında, gizemlidirler, bazen sıkışmışlık hissi verirler ve serüven, kaçış özlemiyle içiçedirler. Korku ve endişeyi de barındırırlar. O denizle çevrilmişlik, kapana kısılmış olma hissi… Pek çok ünlü hapishane de adalarda değil midir?
İlk okuduğum ada romanı Jules Verne’in Esrarengiz Ada’sıydı. Bunu R.L. Stevenson’ın Define Adası, Defoe’dan Robinson Crusoe, J. Swift’in Gulliver’in Seyahatleri izledi. Sonraları Woolf, Huxley, Wells, Golding ve pek çoklarıyla ütopya, ada, metafor pek çok irdeleme yapma şansım oldu. Diyebilirim ki çocukluğunuzda okuduğunuz ada romanları sonraları okuduklarınızdan daha akılda kalıcıdır. Gemileri batmış bir avuç denizcinin adaya sığınma öyküsü pek çok filmde de konu edilmiştir. Bunlar mutlaka başka bir gemiden kalan, ya da önceki kazazedelerin bıraktığı malzemeyi bulurlar. Hindistan cevizi ve muz yerler. Korku içeren ada filmlerinde ise en şişman ve gözlüklüden başlamak üzere ada sakinleri birer birer öldürülür. Lost dizisinden sonra benzer adaların gizemi ve korkutuculuğu daha çok arttı. Survivor türü yarışmalarda ise katılımcılar aç kalır, börtü böcek yerler. Ama dünyanın pek çok yerinde yarışmacıların doyurulduğu, özel bakımlarının yapıldığı ve olayların da çoğunun kurgulandığı bilinir.
Adalar deyince aklıma tabii ki öncelikle bizim İstanbul’daki Prens / Prenses Adaları gelir. Sonra Britanya ve İrlanda Adası, pek sevdiğim yerler. Bir de gitmeyi planladığım Faroe Adaları. Puffin kuşlarını ve keçileri görme özlemiyle.
Büyük bir hayal kırıklığına uğradığım adalar da oldu. Endonezya’da Batam Adasına bir cennet göreceğiz niyetiyle gidip, eski püskü, harap, atıklarla kirlenmiş doğasıyla karşılaşmak bizi şok etmişti. Benim İmralı Adasına gitme şansım da olmuştu, bir kamp için. O zaman mahkumlar evlerinde kalıyorlardı. Ada henüz boşaltılmamıştı. Yılmaz Güney’in de orada olduğu yıllar. Bir liman olmadığından motorla gemiye binmek zorunda kalmış, fırtınada yarım saat gemiye yanaşamamış, en sonunda birer birer tutularak gemiye neredeyse fırlatılmıştık. Adanın bir sahilinde ise kumda akrep kaynadığını anımsıyorum. İstanbul’daki Adalara gelince hemen hepsini severim. Pek çoğu kedi doludur. Özellikle kışın aç kaldıkları için her gidişimde kedi mamasıyla giderim. Uzun yürüyüşler için birebirdirler. Ama atları görür acırım. Adalara trafik girmeden başka bir çözüm bulunamaz mı ? diye düşünmüşümdür hep. Heybeliada bana veremi anımsatır. Burgaz da Sait Faik Abasıyanık’ı. Sedef Adasında denize girdiğim günleri de özlüyorum. Bir de Hayırsız Ada vardır, kedi köpeklerin atıldığı. Osmanlı zamanında köpekler ne denli çok atılırsa o kadar çok yangın ve deprem olurmuş diye bir inanış vardır. O yüzden pek çok padişah, halkın da karşı çıkmasıyla köpekleri sürgüne göndermekten vazgeçmek zorunda kalıp, geri adım atmıştır. Bütün bu adalar gözümüzün önündedir, o yüzden ütopik adalardan değildirler. Kaçmayı filan da düşünmezsiniz. Hele İstanbul’daki adalar beklenen depremin merkezi olacağı için, değil oraya kaçmak, oradan kaçma gereği çoğumuzun aklında gibidir.
Hapishane ve Ada deyince Papillon, Kelebek filminden söz etmemek olmaz. Dustin Hoffman ve Steve McQueen’in başrollerini paylaştığı 1973 tarihli film beni çok etkileyen filmlerden biridir. Hapishane Fransız Guyana’sında Şeytan Adasındadır. Tabii bir kaçış öyküsü vardır. Filmi çok etkileyici, can acıtıcı bulurum.
San Francisco Körfezindeki Alcatraz Adası ise Burt Lancester’lı Alkatraz Kuşçusu’na ( Birdman of Alcatraz ) ev sahipliği yapan hapishanenin adasıdır. O filmde içeri giren mahkumla dışarı çıkacak olanın asla aynı olmayabileceğine tanıklık edersiniz. İlk kez çocukken seyrettiğim bu film tutsaklık ve suç üzerine çok düşünmeme neden olmuştur.
Ada ile ilgilenenler için kitap olarak da Akşit Göktürk’ün Ada, İngiliz Yazınında Ada Kavramı kitabını öneriyorum. Robinson’un adasıyla bilinçaltı arasındaki benzerliği, Thomas More’un Ütopyasını, Çağdaş Romanda Ada kavramını ve pek çok ayrıntıyı merak ediyorsanız okuyun derim.
Son olarak, eğer ruhunuzda Kikloplar, Lestrigonlar ve azgın Poseidon’u taşımıyorsanız, İthaka’ya olan yolculuğunuz serüven ve bilgi dolu olur. Eşsiz bir sevinç ve mutluluk içinde kendi adanıza varmanız dileğiyle.
* Kalkıp gideceğim şimdi Innisfree adasına
Bir kulübe yapacağım çamurdan çalı çırpıdan
Dokuz sıra fasulyem bir de bal peteğim olacak,
Tek başıma yaşayacağım arı uğultuları ortasında.
I will arise and go now, and go to Innisfree,
And a small cabin build there, of clay and wattles made;
Nine bean rows will I have there, a hive for the honeybee.
And live alone in the bee-loud glade.
W.B.Yeats
( Akşit Göktürk / Ada’da Yeats, Selected Poetry’den alıntılamış )