Her ne kadar çocukluktan çıkmanın yaşı kişiye göre değişse de, yine de genel kabul görmüş bir dönem var sanırım. Otuz ve kırklarında hala çocuk olan erkekler olduğu gibi, yedi sekiz yaşında hayata atılmak zorunda kalan, hatta onlu yaşlarının başında evlenip çocuk doğuran, büyük addedilen çocuklarımız da var ne yazık ki. Ben üniversiteye 78 yılında, onaltı yaşında başladım, beş yaşında ilkokula gitmenin sonucu olarak. Lise yıllarımı da gençlik çağım sayarsak, çocukluk dönemim 60’ların sonu, 70’lerin de başına denk geliyor. Son zamanlarda her yerde ah eskiler edebiyatıyla, nostaljik yazılara rastlıyorum. Ben de şöyle bir düşününce aslında ne komik ve ne zor dönemler yaşamışız dedim kendi kendime. Hep çocukların ve gençlerin arasında olunca dönemleri de karşılaştırmayı ister istemez yapıyor insan, çoğu zaman şaşarak, ya da gülerek.
Çocukluğumu düşününce okula başladığım yıldan başlayarak, beş yaşımdan sonra hep sokakta oynadığımı anımsıyorum. Yazları tokyo giyerdik sıcakta. Ben evcilik oynamaktan hoşlanmazdım. Demek ki o zamanlardan ev işlerinden hoşlanmayacağım belliymiş. Sokakta yakan top ya da koşmaca oynardık. Seksek oynayıp, ip atladığımızı da anımsıyorum. O tayyare çizgili seksekten oynardım sanırım en çok. Beş taş oynardık ,bir de elde ip oyunu. Beş taş için sahile gittiğimizde kaygan yuvarlak taşları toplamaya özen gösterirdik, herkesin kendi taşı olurdu. Ben meşe de biriktirirdim. Ege’de bilye yerine meşe denir cicozlara. Cicoz da Cihangir’de yetişen babamın miskete verdiği isimdi. Şimdi bile evde bir kavanozun içinde meşe biriktiriyorum, “Neden?” diye sormayın bilmiyorum çünkü. Bir zamanlar da Fruko gazoz kapakları toplayıp, oyun oynadığımızı, birbirimizin kapağını üttüğümüzde, deliler gibi mutlu olduğumuzu anımsıyorum. Tabii bu sonuncusu erkek çocuklarıyla oynadığım bir oyundu. Onlarla futbol da oynardım, ama kız olduğum için iki golümü bir gol saydıklarını hatırlıyorum. Bazılarını da döverdim kızarsam.
Aslında daha da küçükken babamla topaç çevirdiğimizi de biliyorum, ama benden çok o oynardı galiba. Babamla pişti, kaptıkaçtı, tavla filan da oynardık, kızma birader, yıl başlarında tombala, ilk gençlik yıllarıma yetişen Borsa da kutu oyunlarından. Ama çoğunlukla dışarıda olurduk, sıcaklayınca kafamızı musluğun altına sokar, oyuna devam ederdik. Ben o zaman da mahallenin kedilerinin peşinde koşardım. Yazları iki tane dondurmacı olduğunu anımsıyorum. Birisinin arabası kırmızı sarı, diğerinin yeşil sarıydı. Birbirlerine yakın zamanlarda geçerlerdi sokaktan. Ben nedense yeşil sarılıyı beklerdim. Sanırım onun limonlu dondurması daha güzel olduğundan. Zaten üç çeşit dondurma olurdu. Sade, çikolatalı, limonlu. Bu dondurmacılar kışın da macuncu olurdu. Macunu da severdim. Ama annem sokaktan bir şeyler almamdan, hele de o sopalara sarılan macunların temizliğinden pek emin olamadığından, midemi bozacağımı düşündüğünden yememden hoşlanmazdı. Yazları karpuzcuya gidip 25 kuruşa minik karpuzlar alıp yediğimizi de anımsıyorum. Tabii çiğdem yaz aylarının olmazsa olmazlarındandı. Selçuk Erdem’in miydi emin değilim bir karikatür vardı. Çiğdem ( çekirdek ) yiyen bir çift var. Erkek “Sen kaç ben oyalarım.” diyor. Dudaklarımız tuzdan cayır cayır yanana kadar yerdik.
Okul ise başka bir alemdi. Bizim okul, Zafer İlkokulu eskiden mezarlık olan bir yere inşa edilmiş. Tuvalete gittiğimizde büyük kızlar en köşedeki tuvaletten ölü eli çıktığını söyleyerek bizi korkuturlardı. Ben bir süre sonra en temiz tuvaletin o olduğunu keşfetmiş ( Zaten kendileri girmek için uydurmuşlardı bunu büyük ihtimalle) hep o en sondaki tuvalete girmeye başlamıştım. Bahçedeki ağaçlardan da tırtıl filan düşer, sık sık kurdeşen olur kaşınırdık. 23 Nisanlara deli gibi hazırlanırdık, bayram günlerinde kimse kaçmaya kalkışmazdı.
Kırtasiyeden oldum olası hoşlanırım. Hala kalemlere, silgilere, defterlere ağzı açık ayran budalası gibi bakıp, her rastlayışımda bir iki tane almadan eve dönmüyorum. Şu anda muhtelif şeyler yazdığım, ama alma hızıma yetişemeyip boşta tuttuğum pek çok defter var evde. O zamanlar bu kadar çeşitli ve güzel kırtasiye nerdee! Ama buna rağmen ince kokulu kalemler zihnimde ayrı bir yer etmiş. Onlara bayılırdım, koklar koklar dururdum. Sonra bir ara kokulu silgi de çıktı. Kokulara karşı çok hassasımdır ve güzel kokuyu da severim. O yüzden daha pahalı da olsa onlardan almaya çalışırdım. Bizim zamanımızda matematik defterlerinin sarı olduğunu hatırlıyorum. Ben çizgisiz kağıda yazma özürlüyümdür. O yüzden çizgisiz defterlerden nefret ederdim. Matematik okula erken gitmemin de etkisiyle önyargılı yaklaştığım bir ders olmuştur. O yüzden o sarı defterleri de sevmezdim. Bizim okul dönemimizde bir de hokka divit, güzel yazı saçmalığı vardı. Gerçi sonradan çıkan kararların da ne kadar mantıklı olduğu tartışılır. El yazısı yazmak zorunda kalan çocukların yazısı okunmuyor, küçük harf yazmayı da bilmiyorlar. Ben İngilizce öğretirken sıra aralarında dolaşıp doğru yazıp yazmadıklarını kontrol eder düzeltirdim. Son zamanlarda bu el yazısı zırvalığı çıkınca bunu yapamaz olmuştuk. Küçük harf yazın dediğimizde ise hem sınıf öğretmenleri kızıyordu, hem de çocuklar zaten yazamıyorlardı. Her neyse bizim hokkalar içinden mürekkep dökülmesin diye tasarlanmıştı. Ama her nasılsa ben ondan bile mürekkebi döktüğümü, her tarafım mürekkep içinde dolaştığımı anımsıyorum. Bunu söyleyince aklıma bir de sabit kalemler geldi. Dilimizle ıslatır, yazardık, dilim mosmor dolaştığımı da hatırlıyorum. Silgiler şimdiki gibi yumuşacık değildi, kağıdı siler siler delerdim. Defterlerim veresiye defteri gibiydi. Oysa annem her dönem başı hepsini kaplardı. Ama üzerine naylon kapladığını anımsamıyorum, sanırım o zamanlar yoktu. Ben daha ilk dönemin yarısına gelmeden, o kapları yırtar, defterleri gelişigüzel çantaya sokuşturmaktan buruş buruş ederdim. Kenarları kıvrılır, marul gibi olurlardı. İlkokul boyunca siyah önlük giyip, beyaz yaka taktığımı hatırlıyorum. Üstelik bizim lisede de siyah önlük beyaz yaka vardı. İlk iki yıl Uşak Lisesinde okuduğum için. Yaka takmaktan hiç hoşlanmadığımdan biritini koparır, cebime koyardım. Öğretmen sorduğunda da biriti koptu derdim. Annem hemen düzeltirdi ama iki gün sonra yine kopartırdım.
O zamanlar yaptığım en saçma şeylerden biri çikolata yaldızları toplamaktı. Çoğumuz yapardık, tırnaklarımızla düzeltir kitapların arasında saklardık. Yurtdışına gidip çikolata getiren olursa onun kağıdı daha büyük olurdu, hazine bulmuş gibi olurduk. Çoğumuz pul, kartpostal, peçete gibi şeyleri de biriktirirdik. Bilgisayar yok, uzun süre televizyon yok, biz de bunlarla zaman geçiriyormuşuz demek ki. Kitap da okurduk çoğumuz. Ben okumaya Jane Eyre’lerle başlamış biri olarak bu konuda uzmanlaşmıştım. Ama Kemalettin Tuğcu ve genç kızlık dönemlerinde Beyaz Dizi ve Cep foto da okumuşluğum vardır. O zamanlarda basılmış bütün Barbara Cartland kitaplarını da okumuşumdur. O zamanlar sürekli Doğan Kardeş aldığımı anımsıyorum. Çok daha sonraları Milliyet Çocuk da okudum kız kardeşimle birlikte. Tabii her çocuk gibi Tommiks Teksas, Tom Braks Zagor filan da okudum. Ve tabii Çocuk Radyosu dinlerdik. Kare As grubu vardı. Radyo Tiyatrosu da dinlediğimi anımsıyorum. Ses Efektörü Korkmaz Çakar’ın ismi kalmış zihnimde. Anons eden kadının sesi de hala kulaklarımda.
O zamanlar eğlenmek için yazları parka ve açık hava sinemalarına, bazen de annemlerle kadın matinelerine giderdik. Uşak’tayken de şeker fabrikasına gittiğimizi anımsıyorum. Tulumba tatlısı harikaydı. Ama ben pek sosyal olmadığımdan buraların çoğuna zorlamayla giderdim. Aşağıdaki fotoğrafta Ya Gaskonyalı Toma, ya da Akasyalar’da kadınlar matinesine gitmişiz ve ben zorla gittiğim için kızgınım.
Bu da parka gittiğimiz bir günden, Kız kardeşim daha minnacık, ben altı yaşında olmalıyım.
Bu da sinemada babam ile :
Çocukluğumdan kalma bir diğer tat leblebi tozu. Şimdi bile ara sıra leblebiyi rondoda dövüp, içine şeker katıp yiyorum, burnuma kaçma pahasına. O zamanlar minik kaplarda satarlardı, üstü bir lastikle kapanmış olurdu. Hemen her gün alıp yerdim, yerken güler, tozları püskürtürdük, epey tehlikeli bir şey aslında. Bir Enver bakkal vardı, toplaşır ” Enver, Enver tavuklara yem ver.” diye bağırırdık adama. Şemsiyeli çikolatalar ve Madlen sakızlar vardı. Arap kızlı sakız. Ben çikolata sevmezdim ama şekere hayır demezdim. Yıllar sonra Kızıltoprak’ta otururken sarı limonlu şekerlere takılmıştım, her gün onlardan yerdim. Bir de portakallı ve nanelileri olurdu, ama benim favorim limonlu olanlardı.
Her ayın yedisi annemin kabul günüydü. O günlerden nefret ederdim. Annem çörek kek filan yapıp, beni fırına gönderirdi. Evlerde fırınların olmadığı dönem. Sonraları kek tencereleri çıktı, ama başlarda o da yoktu. Önce tepsileri fırına götürür, sonra da olunca fırından almaya giderdim. Biraz daha büyüyünce çay bardaklarını yıkama işi çıktı. Her kadın en az 3 çay içer, 30 40 kadın gelir, seyreyleyin gümbürtüyü. Annem misafiri çok severdi.Evlerde misafir odaları olurdu, sürekli soba yanmadığı için evin en soğuk odası. Çocuklar misafir gelince odalarına kapanamazlardı. Önce çıkıp el öpülür, sonra sırayla kolonya, şeker, kahve, çay ne ikram edilecekse getirilirdi. Kız çocuğuysanız tabii. O “Bir maniniz yoksa annemler size gelecek.” denilen günler. Çocuklara mutlaka büyüyünce ne olacağı, en çok annesini mi babasını mı sevdiği, derslerin nasıl gittiği sorulurdu. Eğer misafirliğe gelen ailenin çocukları varsa, onunla evin çocukları ilgilenir, alır odalarına götürürlerdi. Misafir çocuklarından da misafirlerden de nefret ederdim. Kendi seçtiğim arkadaşlarla arkadaşlık etmek tercihimdi. Bu yüzden annemle aramızda hep tartışma çıkardı. O bana meslektaş çocuklarıyla arkadaş olmamı dayatırdı, ben de onun hoşlanmayacağı ne kadar çocuk varsa onları bulur, onlarla oynardım.
Çocukluğumuzda ” O kalbin gibi tertemiz defterinden bir sayfa da bana ayırdığın için çok teşekkür ederim.” cümlesiyle başlayan yazılar da çok yazdık hatıra defterlerine. Bir de anket defterleri olurdu, abuk subuk sorular sorup kimin kimden hoşlandığını anlamaya çalışırdık. Ben şahsen Küçük Jo’dan hoşlandığım için cevaplamakta bir çekincem yoktu. Sonraları ilk Battlestar Galactica serisinden Starbuck’a da aşık olmuştum, çapkın bir adamdı. İlk televizyon dizilerini ekrana yapışıp izlerdik.
Çocukluğumda olimpiyatlar da beni çok etkileyen şeylerden biriydi. 72 olimpiyatlarının Mark Spitz’ini, 76’nın Nadia Comaneci’sini , Olga Korbut, Nellie Kim’ini hala anımsıyorum. Bir de tuhaf Alman kasabalarında acayip yarışlar vardı, hafta sonları oturup onları izlerdik. Sonraları buz dansı ve artistik buz pateni hayranı olmuştum, çiftleri gözümü kırpmadan izlerdim. En sevdiğim programlardan biri de Amerikan Güreşleriydi, gösteri mahiyetinde olmasına rağmen bayılırdım.
O zamanları özleyip özlemediğime gelince, sanırım daha çok aramızdan ayrılanları özlüyorum. Yoksa bizim gibi orta sınıf memur ailelerinde yetişen çocukların çocukluğu pek refah içinde geçmemiştir. Her şeyden bir tane okulluk olurdu. Benim annem iyi dikiş diktiğinden şanslıydım. Okulda okul aile birliğinin düzenlediği defilede bile bir çok giysi giymiştim. Ama şimdiki çocukların imdat deyip kaçacağı koşullarda büyüdük yine de. Sabahları sıcak eve uyanmadık, sobalı evlerde büyüdük. Arabamız yoktu, her yere yürüyerek giderdik. Haftada bir ya da iki kez banyo yapmak için soba yakılır sırayla yıkanılırdı. Değil cep telefonu evimizde bile uzun zaman telefon yoktu. Babam savcı olduğundan bizde manyetolu jandarma telefonu vardı. Onunla da olayları haber verir, otopsiye çağırırlardı babamı. Postahaneye gider, İstanbul’a telefon yazdırır beklerdik. Yarım saate bağlanırsa şanslı sayılırdık. İki saat bile beklediğimizi anımsıyorum. 10 – 11 saatte otobüsle İstanbul’a, bir saatte İzmir’e giderdik. Ben Dramamin almamışsam ve uyumuyorsam yolda kusardım, çoğu zaman geri dönerdik. Çok meraklı ve araştırıcı bir tip olmama rağmen , bulunduğumuz yerin koşulları dolayısıyla çok kitap alamazdım. Müzik konusuna gelince önce pikap, sonra teybimiz oldu. Doğru düzgün öğretmen olmadığından istememe karşın, bir enstrüman çalmasını öğrenemedim. Kız kardeşimle ben Boğaziçi’ne kendi çabamızla girdik ama, doğrusunu söylemek gerekirse okullar çok Allahlıktı. İzmir Amerikan ve Türk Koleji sınavlarını kazandım, ama dünyanın parasıydı. Her dönem Matematik kitabının Geometri bölümüne geldiğimizde okul biter, bir sonraki yıl yine matematik bölümünden tekrara başlardık, o yüzden geometrim berbattır. Lise son sınıfa kadar İngilizce namına doğru düzgün bir ders görmedik ve ben kendi kendime çalışarak dil barajını atladım.
O zamanlar çoğu kimsede fotoğraf makinesi olmadığından, her yıl fotoğrafçıya gidip ailece fotoğraf çektirme alışkanlığı vardı. Ben fotoğraf çektirmeyi pek sevmezdim, o yüzden ortaokuldan sonra lise bitene kadarki dönemde pek bir fotoğrafım yoktur. İki kez 19 Mayıs törenlerine katıldım, birinden kalan bir fotoğrafım var. O zamanlar önceleri bir ipe bağlı iki toptan oluşan birbirine vurunca ses çıkaran lak lak diye bir oyuncak çıkıp fenomen olmuştu. Millet bununla oynayacağım diye bileğini filan sakatlamıştı. Onun hemen ardından tenekeden çıt çıt ses çıkaran bir başka oyuncak çıktı. Biz 19 Mayıs gösterimizi bu adi oyuncakla yapmıştık. Milletin kafası şeyedilmişti resmen. Bu fotoğraftaki gözlükler de yüzümün yarısını kapatmış şimdi fark ettim.
Şimdiki gençleri yok sosyal değiller, yok odalarına tıkılıp kalıyorlar, sokakta oynamıyorlar diye eleştiriyoruz. Ama sokağa çıksalar ezildiler mi, birisi bir şey mi yaptı diye aklımız yerinden çıkıyor. Bence o bilgisayarların önünde onlar da çok sosyaller, yalnızca bizim zamanımızdan farklı bir iletişim içindeler. Ben televizyonun bir dolu kanal olduğu, internetin olduğu, istediğim bilgiye, kitaba erişebildiğim şimdiki zamanları eskilere yeğliyorum. Tabii ki bir çocuk sorumsuzluğunda lay lay lom ailemizin dibinde yaşadığımız, annelerimizin babalarımızın biriciği olduğumuz devirleri onlardan ötürü özlemek normal, ama” Ah keşke o günler geri gelse!” diye de düşünmüyorum anarken. Her zamanın güzel yanını hissederek yaşamak doğal geliyor. Hem leblebi tozu da ezip yiyebiliyorum. Gerisi işte böyle nostaljik hikaye.