by

Durulmayan durumlarda, durulmayan bir kafa

 

12109759_10153634622573686_4421791883767207769_oSon günler hepimiz için tatsız. Ankara olayının acısı pek çoğumuz için tazeyken ve günler geçtikçe de gün ortasında şurda burda aklımıza gelip gülümsememizi yarıda kesmemize neden olmuşken, sağda solda oh olsun, iyi olmuş, onlar da gitmeseydi, zaten terörist destekçileri, bizden ölenler varken birşey yapılmamıştı da, şimdi ne yası, kendi kendilerini patlattılar diye konuşup, biz, onlar,  onlar, biz, siz biz  noktalarına gelinmiş olması iç kıyıyor. Timsah gözyaşlarına inanmamanın gerçeği varken, açık açık sevindiğini belli edenler  var. Uzaydan filan da gelmiş de değiller;  aramızda, tanıdığımız, birlikte çalıştığımız, okula gittiğimiz, yan komşumuz, iş arkadaşımız, akrabamız bir  çoğu.  Sanırım artık herkesin belirli bir yerde durduğu, bizi ayırmak istiyorlar, bir olalım, bölünmeyelim çığlıklarının bir işe yaramadığı ve bundan sonra da yaramayacağı sınırı çoktan geçtik. Tabii herkes için bu sınır farklı. Kimisi kendi özgürlüğü kısıtlanmadıkça, tehdit doğrudan kendisine gelmedikçe  sesini çıkarmıyor. Kimisi ise o noktaya gelmeden karşı çıkıyor. Bir dolma noktası olduğu kesin ama. Bu kimimiz için sosyal medyadaki hesaplarımı temizledim noktasında, kimimiz için da artık onunla konuşmuyorum,  bazılarımız için de soyu sopu kurur inşallah isyanında tezahür ediyor. Ama  öyle ya da böyle kendimize benzer olanların yanında yer alıyoruz er ya da geç. Başkalarının özgürlüğüne, düşünce tarzına, hayat biçimine ne kadar saygılı olursam olayım, insafsızlık, hainlik, acımasızlık yapanları, olan biteni  görmemezliğe gelenleri bünyem kaldırmıyor. Herkesin fark ettiği gibi etrafımızda  sokağa çıkarken orası kalabalık gitmeyelim, bir şey olursa yere yatıp sürünmek gerekiyormuş, metroya da binmeyin şu bu  gibi konuşmalar  çoğaldı. Geçen gün Erbilli olan kayınvalidem bile “Bağdat’ta Musul da olanları kınıyor, acıyorduk, bizim de onlardan bir farkımız kalmadı.” dedi.  Amaçlardan biri de korku salmak mıydı, e başarısız oldu denemez. Ama yıllardır öyle ya da böyle bu tip ortamlarda yaşamadık mı biz yaştakiler,  hatta daha yaşlılarımız için  bir bitemediğini, daha acımasızının, daha insafsızının   geldiğini görmek sinir bozucu en basitinden. Yine de her şeye karşın, yaşamaya, doğru bildiğimizi savunmaya, aktarmaya, çoğu kez mutluluğumuzdan utanır hale getirilsek bile mutlu olmaya çalışıyoruz.

Böyle günlerde kimisi arkadaşlarıyla buluşur, konuşur rahatlar. benim gibi içe dönük eğilimliler ise tesbih böceği gibi kapanıp, kendi kendine kalmayı tercih ediyor sanırım. Ben de kendimi yine okumaya, yazıp çizmeye verdim. Aslında çok konuşan bir insanımdır, beni tanıyan bilir. Ama çok konuşmadığım zamanlar iyice verimli oluyorum, ha sanırım bir de telepat. Yine altıncı hissim arttı ve uçma noktalarına geldim. Bu süreçte bilgisayarımın çalışmayan üç tuşunun düzeltilmesi için tamirde olması ( Apple’a dünyanın en kazık markalarından biri olduğu için teessüflerimi sunuyorum, Allahtan sigortam vardı ) da etkili oldu. Ha ikide bir kapanan eski bilgisayarımda yazı yazıp, telefonumdan dizi seyretmedim mi, seyrettim, bağımlılık böyle bir şey işte.

Elimde bir çok yarım kitap var. Hepsini bitirip yenilerine başlarım diye düşünüyorum ama ne oluyorsa onlar bitmeden, yeni kitaplara başladığımı fark ediyorum. Bu ara kitap almayayım diye kendime söz vermiştim. Ama geçtiğimiz hafta oğlum ben bir kitap bakacağım diye kitapçıya girince olan oldu ve ben elimde yine ona yakın kitapla dışarı çıktım. Geçmiş ola. Şimdi bundan sonrası az biraz karışık , aynı kafam gibi. Böyle zamanlarda hep aklıma “Durulmayan Bir Kafa” kitabı geliyor. Dr Kay Redfield Jamison’ın. 17 yaşından beri Bipolar. Bu duygu durumuyla nasıl yaşadığının öyküsü. Tabi benim durumum olsa olsa hiperaktivite olabilir, depresif yanım pek yoktur çünkü, gerçekten zor durumlar yaşamadıkça. Yine de o kafanın durulmaması olayı bambaşka bir şey. İç sesini susturamayanlardanım ben de.

durulmayan-bir-kafa-579480-Front-1

Çok uzun süredir dergi alma alışkanlığım var. Çoğunlukla edebiyat dergileri. Koyacak yer bulamadığımdan bir kısmını alıp Saklıköy’e götürdüm, ama bazen bir şey aklıma takılıyor, kalkıp onca yolu gidesim geliyor. Benim gibi insanların kitapları iki ayrı eve bölünmüş olmamalı. Bu ay da Varlık ve Notos okuyorum. Varlık Oktay Akbal ve Tarık Dursun K’ya veda yazıları hazırlamış. İnsanların yaşamlarından ayrıntılar öğrenmek hep ilgimi çekmiştir. Ölseler de yazdıklarıyla uzun zaman yaşayacakları için, yazdıklarını daha iyi algılama, adına bunları öğrenmek gerekli diye düşünürüm hep. Oktay Akbal deyince pek çokları gibi benim de ” Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey.. Çünkü yeryüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor öldürüyorlardı.” cümleleri gelir. Kalkıp kitaplarına bakayım dedim. 67 basımı Yalnızlık Bana Yasak’ı buldum. Bu da bana başkasından gelen kitaplardan olmalı. Aldığımı anımsamıyorum çünkü.İnsan Bir Ormandır’ı ben aldım mesela, onu gayet net hatırlıyorum. Feridun Andaç Oktay Akbal ile 2001’de yaptığı bir söyleşiyi aktarmış. Orada usta bugünün genç yazarına niçin yazılması gerektiğini şöyle anlatıyor : Beğenilmek, alkışlanmak için değil. Kendiniz için ! Kendi için yazmak diye bir yazın 1950’lerde çıkmıştı. Çok tartışıldı, çok eğlenildi. Toplum için, başkaları için yazılır denildi. ” Mutlu azınlık için” demiştim bir kez de Stendhal gibi… Onunla da çok eğlendiler. Ama doğrusu bu.. Kimse için, beğenilmek, para kazanmak için değil, kendiniz için. Kendinize benzeyenler için. Bugün için de değil, belki daha sonraları için. İşte böyle şeyler…”

Tarik Dursun K’nın da şiirle ilgili şu sözlerine bayıldım : ” Şiir sever misiniz? Ben severim. Şiirin göklerde yükselen nazenin bir balon olması bir yana, inanın, hayatı yontan, insanın beş duyusunu birden ayaklandıran bir özelliği vardır. şairler bunu bilirler ve hınzırca, bizim onca duygumuza toptan seslenirler. ”  İnsanın beş duyusunu birden ayaklandıran.” ne güzel söz.

Notos’ta da bir haber okudum. Kinokuniya ilk kez Singapur’da karşılaştığımız, sonra Tokyo’da gidilecekler listesinin başına yazdığımız kitap evi. Amazon gibi online dağıtım şirketlerine karşı bir nevi savaş açmış. Murakami’nin son kitabı Novelist yüz bin adet basılmış. Ama yalnızca beş bin adeti online dağıtım şirketlerine verilmiş. Market payının çoğuna el koydukları için bu kararın alındığı bildirilmiş. Bir nevi Kahraman bakkal süpermarkete karşı olayı yani. Geleneksel kitap satışı deyince aklıma gelen bir başka örnek de You have got mail filmi. Haruki Murakami olaya destek vermemekle birlikte bu haberleri Facebook sayfası üzerinden paylaşmış. Konu kitap olunca mümkün olan en kolay biçimde ve hızla okuyucuya ulaşması önemli diye düşünüyorum nedense. Bir kitapçıya gidip kitapları sevip koklayarak satın almanın zevkini bilenlerdenim, lakin hayatın peşinden koştuğumuz, ama yakalayamadığımız hızının malum olduğu bu günlerde online satış şirketlerinin, hele de kalkıp kitapçıya gidemeyecek durumda olanlar için bir nimet olduğunu düşünüyorum. Ben gücüm kuvvetim olduğu sürece kitapçılara gitmeyi sürdüreceğim, ama aslolan okumak değil mi?

10382026_10153636149143686_4224280559516443598_o

Son izlediğim dizi seri katil temalıydı. Oldum olası bu seri katil olgusu ilgimi çeker. Bu insanların kafa yapıları nasıldır, davranış kalıpları nedir? Türkiye’de seri katil olayına çok rastlanılmamasının sebebi zaten o noktaya gelmeden patır patır sıradan olaylarda bile adam öldürmemiz midir? Ülkedeki zeki insan sayısının azlığından mıdır?  Düşünür dururum. Şimdi İthaki’den çıkan Fikret Topallı’nın derlediği Seri Katiller kitabını okuyorum. Bitirdiğimde daha çok paylaşacak bilgim olacak sanırım. Kitabı yayına hazırlayan Ömer Türkeş Nedensiz Cinayetler başlıklı ilk yazıda Türkiye’de işlenen cinayetleri beş başlık altında inceleyen Meşhur Cinayetler kitabından söz etmiş. Bunlar 1. Hırs Sebebiyle öldürme 2. şehevi hisler veya ahlak düşüklüğü sebebiyle işlenen cinayetler 3. İhtiras yüzünden işlenen cinayetler,4. Siyasi öldürme vakaları 5. Dikkatsizlik yüzünden öldürme olarak sınıflanmış. Terör başlığı altında olanları da siyasi öldürme vakalarının içinde mi işlemek gerekiyor acaba? Bizim ülkemiz senin çocuk benim çocuğun oyuncağını almıştan, tavuğun bahçeme girdiye, karıma yan gözle baktıdan, benim olmayan kadın hiç kimsenin olamaza, dinime küfrettiğinden,  gözünün üstünde kaşın var’a bir çok cinayet sebebi olan garip bir ülke. O yüzden de en vahşi cinayetler bile normal görülüp kanıksanıyor çoğu kez. Hatta kışkırtmıştır, o da gitmeseydi, o da bakmasaydı, o da yapmasaydı’ ya kadar hafifletici sebebler bulmaya da pek meyyalizdir. Her dinin, inanışın etiğin, kuralların en başında “Öldürmeyeceksin”yasağı vardır halbuki. “Habil de Kabil’i öldürmüştü, bu insanın doğasında var.” deyip çıkarız hiç olmadı. “Suç ölende mi öldürende mi “deriz, bir dolu başka şey deriz. Ben bu öldürme olgusu üstüne çok düşünmüşümdür. Bence her insan bir nedenden dolayı  insan öldürebilir. O noktaya gelmek, geldiğinde kendini tutamamak mümkün. Öte yandan seri katil olayına girildiğinde olay  tam anlamıyla patolojik bir görünüm alıyor. Normal denilenden sapma söz konusu. Bu noktada da benim ilgimi çekmesi kaçınılmaz hale geliyor.

Normalden sapma deyince elimde ilk önce biteceğine emin olduğum Stephen Hawking’in Benim Kısa Tarihim isimli öz yaşam öyküsü ve Adam Phillips’in Kaçırdıklarımız  ( Yaşanmamış hayata Övgü ) isimli kitapları da var. İlki Doğan Kitap’tan, ikincisi ise Metis’in. Havaların soğuması, okuma eyleminin zevkli hale gelmesine yol açtı. Tabii bazılarımız böyle düşünmüyor olabilir. Yine de sonbaharı ve kışı seviyorum.

12109946_10153636108193686_1891590027542355880_o

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *