by

İthaka’ya Yolculuk

 

15541361_10154789136833686_487727577394492662_n

Bir haftadır eve yeni alınan köşe kanepenin en köşesinde, kalorifer kenarında, krizalit halinde yaşıyorum. Kitaplarım, bilgisayarım, uzaktan kumandalar, yediğim içtiğim, kedi etrafımda sıralanmış durumdalar. Daha kanepe yanına oturak getirme aşamasına gelmedim, tuvalete kalkıyorum. Allahtan arada ev temizleme, alışverişe gitme gibi uğraşlar da  oluyor, ama genel durum bu.

Kendimi uzaydan bu mavi gezegene hayretle bakıyor gibi hissediyorum. Olanı biteni anlamlandırma çabasına artık son verdim. Bir anlamı yok çünkü. Sosyal medyadan ya da gerçek hayattan iletişim içinde olduğum insanlar da tuhaf geliyor. Gündem her gün hızla değişiyor. Doğu’da süren savaş, yurtdışında savaş, göçmenler, derken Rus Elçisinin öldürülmesi, patlamalar nereye bakacağımızı şaşırıyoruz. Zaten durmadan yıkılıp yapılan binaların gölgesinde, trafiğe takılıp işe okula gitmeye çalışan insanlar zor ekonomik koşullarda yaşama derdindeler. Bu akla hayale sığmaz hareketlilik ve herkesin olaylara farklı yaklaşımı insanı allak bullak ediyor. Örneğin  insanların bir kısmı Halep’e ağlayıp, yardım edilmesini savunurken, bir diğer kısmı bu bir “Wag the dog” * hikayesidir” üzülmeye mahal yok !” diyor. Bir kısmı ise ” Ölüyorlarsa şimdiye kadarki kararları yüzündendir, kendilerine müstehaktır.” bile diyebiliyor. Bana ne Halep’ten burnumuzun dibine bakalım diyen de çok. Niye savaşın içindeyiz, niye ülkenin içinde ve dışında her daim savaştayız ?  Niye herkes birbirine  düşman, Hangi ülkenin ne çıkarı var ? Tüm bu acımasızlığı gerçekte kimler yönlendiriyor? gibi soruları sormayı da bıraktım sanırım. Bunların gerçek nedenlerini bilmek de bu konuda bir şeyler yapabilecek konumda olmamızı sağlamıyor. Zamanında Bosna’da olanları da dizi film gibi izlemiştik. Damdan düşmedikçe damdan düşeni anlamamız zorlaşıyor. Sanki dışarısı böyle de içerisi farklı mı ? Ülkede bir patlama oluyor, ölenlerin kimliğine göre acınıp acınmayacağına karar veriliyor. Ya da patlamayı üstlenen gruba göre kınanıyor ya da kınanmıyor. Zaten kınanınca her şey yoluna giriyor.   Yıllardır ” Kanı yerde kalmayacak” laflarını işitmekten gına, şehitliğin özendirilmesi olayından da fenalık geldi. Bir çocuk nelerle yetişiyor, ancak anneler bilir.  Öte yandan ölenlerin hangi taraftan olduğuna göre üzülünüyor. Bir taraf ölenler asker , polis ise  üzülüyor. Diğer taraf yalnızca ölen sivillere yoğunlaşıyor. Sokaklarda polis tarafından vurulan sivillerin katilleri serbest bırakıldığında ise “Neyse polisimiz kurtuldu, geberen zaten teröristti” denebiliyor. Ülkenin yarısı her türlü melaneti FETÖ yaptı diye düşünüyor, faili meçhul ne kadar olay varsa sorumlusu bulunmuş oluyor, kalan kısmı olayın tamamen düzmece olduğu konusunda teoriler üretiyor. İnsanların kafası o kadar karışık ki bir ortamda her türlü komplo teorisi dinleyebiliyorsunuz. Aslında şöyleymiş de böyle olmuşla başlayan sohbetler sanırım sadece daha da salaklaşmamızı sağlıyor.  Bu yaşa geldim  görebildiğim herkesin kendi ölüsüne üzüldüğü ve kendi tarafını haklı bulduğu. Ya siyah ya da beyaz var. Gri diye bir şey yok. Bir kesim Osmanlıyı yüceltiyor, başka bir kesim Cumhuriyet öncesini yok sayıyor. Dini herkes en iyi biliyor, tarihten bihaber insanlar sağda solda ahkam kesiyor. Saflara ayrılmak ve empati yapamamak insan doğası herhalde. Büyük resmi görmeye odaklanamıyoruz hiçbirimiz. Tarafsız kalmak da boktan bir iş bu ülkede. O zaman her iki taraf da sana saldırıyor, bir yerde bir tarafın bir hak hukuk ihlalini eleştirirken, başka bir zamanda  diğer tarafı eleştirirsen belirsizliğin  can sıkıyor. Bir noktada taraf tutmak zorunda kaldığında kendine en benzer olanın tarafını tutuyorsun özgürlüğün için, diğer tarafın özgürlüğünü görmezden gelerek. Ya da kendini hiç bir yere ait hissedemeyerek depresyona giriyorsun. Nereye göç edeyim, duymamak görmemek, üzülmemek için neler yapayım araştırmalarına başlıyorsun. Gidenler için  memnun olanlar “Cehenneme kadar yolları var.” derken, gidebilenler gittikleri yerin ne menem bir yer olduğunu ancak gittikten sonra anlayabiliyor. Artık dünyanın hiç bir yeri güllük gülistanlık da değil. Geçenlerde bir arkadaşım yurtdışında yaşadığı zamanlardan dem vurarak, “O zamanlar sosyal medya da bu kadar gelişmiş değil, ülkede ne oluyor diye dertlenmiyorduk, yaşadığımız yerdeki sorunları da nasılsa bizden değil diye görmüyorduk, mis gibi yaşıyorduk” dedi. Gerçi uzak yerlerdeki acıları görsek de bir şey yapamamanın, ya da yapmaktan korkmanın ağırlığı her zaman üzerimizde olacak değil mi ? Üstelik bizim ülke olarak o kadar çok yaramız, yakınımızda üzüleceğimiz o kadar çok şey var ki. Olan bitene katlanabilmek için herkes farklı şeye inanıyor. Suçu  şu bu örgütün üzerine atınca, bir de canavarmış gibi söz edince terörden, sanki her şey halloluyor. Ben pek çokları gibi her şeye kuşkuyla yaklaşıyorum. Aslında ilk kırılma taa ilkokulda olmuştu. Seferihisar’da bir Mandalina şenliği yapılmış, bir de Mandalina Güzeli seçilmişti. Ben de beş yaşında okula başladığıma göre 8-9 yaşlarında olmalıyım o zamanlar. Gazetede konuyla ilgili bir haber çıktı. Kızın yaşından , kimliğine kadar her şey yanlıştı, olayı süsleyip püsleyip anlatmışlar. Nasıl şaşırdığımı şimdi bile anımsıyorum. O zamandan beri basın denilen şey hep kuşkuyla yaklaşılması gereken bir şeydir benim için. Tarih okuduğum yıllarda da resmi tarih kavramının içine girdim. Dolayısıyla her zaman her anlatılana inanmak olanaksız hale geldi. Son zamanlarda televizyonu açıp anlatılanları dinlerken “Hıı hııi tabi tabi  öyledir mutlaka” derken yakalıyorum kendimi. 60’larda doğdum, o zamanları anca okudum, ama kısmen 70’leri anımsıyorum, 80’leri de birebir yaşadım. O zamanlarda olan acımasızlıkları anca şimdi açık açık okuyabiliyoruz, bazı şeyler hala açığa kavuşmuş değil. Şimdilerde yaşadıklarımızı da bir beş on sene sonra daha net görebileceğiz belki ömrümüz olursa.  Ülke sanki baştan aşağı katil dolu.  Kendi insanımızı öldürdüğümüz yetmiyormuş gibi papadan tut, elçiye kadar herkese ulaşıyor elimiz. Bir de misafirperveriz, barışseveriz şuyuz buyuz diye atar tutarız. İktidarından muhalefetine, politikacısından, sokaktaki insanına masum değiliz. Kadınlarımız öldürülüyor bir şey yapamıyoruz,  çocuklarımız tecavüze uğruyor izliyoruz.  Taraflara ayrılıp barış için çalışmayı bırakıyoruz. Süren aleni savaşlar bir yana, ne zaman nerede bir patlama olacak da parçalarımız ortaya saçılacak endişesi içindeyiz. Markete gittiğimizde bile sağı solu kolaçan ediyoruz.  Artık çocuklarımız iyi eğitilsin, düzgün birer iş bulsunlar kaygıları bile ikinci plana düştü. Ne yapıyoruz, FB’tan Twitter’dan veryansın ediyoruz, ha bir de ses çıkarmadan köşesinde oturanları suçluyoruz. Biz görevimizi yaptık, o bugün kınamadı diye.   Gerçekten elini taşın altına sokanlar başka yerlerdeler aslında. Çoğumuzda o yürek yok maalesef. Sen ne yapıyorsun işte krizalit gibi köşene çekilmiş mandalina yiyip okuyorsun,bir de  vık vık konuşuyorsun diyenler, çok haklısınız. Benimki bir içsel konuşmayı paylaşmak. Ne yapılması gerekiyor, ne yapabilirim, ya da nasıl yaşamalıyı düşünüyorum ben de hepiniz gibi.   Bu çağda bu coğrafyada yaşamamızın da   bir nedeni vardır elbette, ama nefes almak giderek zorlaşıyor.Herkesin ruhundaki Kiklopları, Lestrigonları temizlemesi dileğiyle.**

 

15542310_10154789142863686_4859347509547425186_n* https://en.wikipedia.org/wiki/Wag_the_Dog

**    İthaka – bir Kavafis Şiiri

http://www.antoloji.com/ithaki-siiri/

 

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *