Yine uzun zamandır yazamadım. Biraz diğer bloga daldırdığımdan, biraz da iki ev arasında derleme toplama adına debelendiğimden olsa gerek. Bugün artık kısa da olsa bir şeyler yazayım dedim kendi kendime. Madem para veriyoruz boşa gitmesin düşüncesiyle. Aklıma da Burak’ın ilk yuvaya gidişi geldi. Çok da ucuz olmayan bir yuvaya yazdırmıştım. Ama evden dışarı ilk çıkışı olduğundan habire hasta olduydu. Bir aylık para veriyordum, bir hafta anca gidiyordu. Tabii o betaların 65 çeşidi varsa, 60 tanesini filan geçirip, ilkokulda daha az hastalanmıştı o başka, ama içime de oturmuştu verdiğimiz para. Bari diğer blogdan reklam parası alayım da harcadığım zaman boşa gitmesin diye de düşünmüyor değilim, madem delirdim, bari bir işe yarasın düşüncesi 🙂
Daha önce söz edip etmediğimi anımsayamıyorum ama Netflix’ten Minimalism diye bir belgesel izledim. Zaten bu ara Netflix’in belgesellerine dadandım fena halde. Benim gibi çöp toplayıcısının minimalist olacağı filan yok, ama bazen ev – evler üstüme üstüme geldiğinde minimalist olmak ne güzel bir şey diye iç geçiriyorum. Sonra o hızla dolap çekmece yerleştirmeye girişiyorum. İşte geçenlerde Saklıköy’de duran milyon kaseti verdim örneğin. Bazı eşyaları topladım, giysileri filan da hep ayıklıyorum ama yürüyüşe bile elinde torbayla çıkan ( hani olurda güzel taş ya da kozalak filan bulursam karga gibi eve getireyim diye ) biri için minimalist olmak çok da kolay değil. Saklıköy’deki ev kabaktan geçilmiyor örneğin. Her taraf taş, tahta, kozalak dolu. E kitaplar, çiçekler, kağıtlar, her şey birikiyor. O birikme olayını daha önce yazmıştım zaten. Şurada ve biraz da şurada saplantılı durumlardan söz etmiştim. Yine de eşyalarına bağımlı olmadan yaşayan, bir geziye giderken ufacık bir çantaya sığan insanlara gıpta ediyorum. Ben asla yapamıyorum çünkü.
Dün İzmir’den dört günlük bir akraba ziyaretinden yeni döndük. Ailece 3 valizle gittik. “Bu ay sizde kalmayı planlıyoruz.” diye de dalga geçtik, ama tedbir adına işin bkunu çıkarma anlayışından da vazgeçemiyorum ben. Yanımda mutlaka belli ilaçlar olacak. Hava soğursa diye ayrı giysi, sıcaksa diye ayrı giysi alınıyor. Okuyacağımdan fazla kitap dolduruyorum. Müzik dinlerim diye Ipod, belki bir şey yazarım diye laptop, yürüyüş yaparım diye ayrı ayakkabı, gezmeye giderim ayıp olur diye şık bir giysi ( Şimdiye kadar gittiğim hiç bir yerde o şık giysiyi giymediğim halde ) mutlaka alınıyor. Yurtdışına giderken aldıklarımı ise hiç sormayın. Bir keresinde Türk kahvesi yaparım diye aldığım cezveyle kahveyi son anda bulup çıkartmıştı eşim. Bir de her defasında yastığımı alma isteği ile dolup taşıyorum, ama alamıyorum. Çünkü gittiğim yerdeki yastıklarla uyuyamıyorum, kuş tüyü yastıktan nefret ederim, yastık ya çok sert ya çok yumuşak olur, mutlaka boynum tutulur. Zaten gece az uyuyan bir insanım, onda da yastık yüzünden debelenip dururum, durumum salakçasına vahim yani. Neyse bu minimalist çocukların bir de sitesi var, tüm sosyal medyadan da takip edebilirsiniz, her yerde varlar. Siteyi hemen yazayım :
http://www.theminimalists.com
Tabii belgeselin tanıtımı da var :
Netflixten izleyip de çok hoşuma giden ikinci belgeselin adı Cooked. Yiyecekler ve yeme alışkanlıkları ile ilgili dört bölümlük bir belgesel. Her bölüm dört elementten biri başlığında verilmiş. Ateş, su , hava ve toprak bölümlerinde farklı ve çarpıcı örneklerle şaşırıp kalıyorsunuz. Bu belgeseli “Ayy bunu asla yemeyelim, Vayy bunu da mı yiyorlarmış, Bu yiyecek böyle mi yapılıyormuş ya!” nidaları ile izledik. Ben tabii bazı şeyleri etrafımdakilere anlatmaya kalktım, hemen zaten hep mide bulandırıcı şeyler anlatırsın, bi sus içimiz kalktı, ya da bu vahşi şeyi bana ne diye anlatıyorsun diye susturuldum. Etrafımdakiler pek hassas, ama ben de aborjin kadınların geckoların büyüğü ( Ne olduğunu ben de anlamadım ) devasa kertenkeleleri yuvalarından çıkarıp öldürdükten sonra ateşin üzerine koyup pişirdiklerini ve afiyetle yediklerini gördüysem, olanları birilerine anlatmak istiyorum. Çikolatanın nasıl yapıldığını anlatabildim neyseki. Belgeselden kalan en büyük isteğim ise peynir yapabilsem isteği oldu. Oradaki gibi olmasa da bu yaz peynir yapmayı denemek istiyorum. İşte belgeselin tanıtımı :
Yeme içme deyip et yemekten de söz edince son okuduğum Vejetaryen adlı kitabı anlatmanın tam sırası. Han Kang isimli Güney Koreli Kadın yazarca yazılan kitap, 2016 Uluslararası Man Booker Ödülünü kazanmış. Sıradan bir ev kadınının gördüğü bir rüya sonucu aniden et yemekten vazgeçmesi ve bunun sonuçlarını çarpıcı bir dille anlattığı bir roman. Kitabı Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölüm Başkanı Göksel Türközü çevirmiş. Kitabın bir de filmi yapılmış. Ben henüz izlemedim ama en kısa zamanda izleyeceğim, o konudaki yorumlarımı da sonraya bırakıyorum. Yazarımız 70 doğumlu, neredeyse ailecek yazarlar, babası ve erkek kardeşi de. Ben kitabı çok çarpıcı buldum. Ödül kazanan başka kitapları da var, Türkçeye çevrilen bu kitap haricinde İngilizce’ye çevrilen iki kitabı gözüküyor. Henüz Korece roman okuma aşamasına gelemediğime göre onları bulmaya çalışacağım demek ki. Benim bir de Vejetaryenlikten söz eden bir yazım vardı, işte ona da buradan ulaşabilirsiniz.
İkinci kitap çok sevdiğim Robin Williams hakkında. Emily Herbert yazmış. Arkadaşım Esen’in doğum günü hediyelerinden biri. Her zaman hedefi 90’dan vuruyor bu konuda. Biyografilere zaten bayılırım, beni tanıyanların artık bildiği gibi. Bu konuda şurada yazmıştım. Robin Williams öldüğünde de sanki akrabam ölmüş gibi üzülmüştüm. Kendi isteğiyle gittiği için, nedenleri vardır herhalde diye düşünmüştüm. Bu kitabı okuyunca hem kendisini daha iyi tanıdım, hem de o nedenleri daha iyi anlayabildim. Tabii ki insan kapalı bir kutu. Dışardan görüp de değerlendirmek ne dereceye kadar doğru, ne kadarı gerçek, ne kadarını asla bilemeyeceğiz bilmiyoruz, ama işte daha iyi tanıyabilme adına bir adım. Şimdi bir de mini video, onu anımsamak adına :