Eğirdir Gölü kıyısındaki bir pansiyonda bir gece kaldıktan sonra, sabah kahvaltımızı edip yola devam ettik. Arabayı çoğunlukla Hüsam kullanıyor. O yorulduğunda, ya da uykusu geldiğinde ise ben alıyorum. Ben arabayla çıkılan yolculuklarda arabada geçirdiğimiz kısmı da tatilin önemli bir parçası sayıyorum. Durup çay kahve içip yemek yediğimiz yerler, alışveriş için girdiğimiz sapaklar, arabadan izlediğim görüntü, arabanın içinde çaldığımız müzik, durup yerden topladığım taşlar kozalaklar, seyir halindeyken küfrettiğim arabalar ve başka şeyler, hepsi tatilin içinde.
Yolda Hacılar tabelasını görür görmez aklıma anca bir dönem devam ettiğim BÜ Sanat Tarihi Yüksek lisansı ve Mellaard geldi. O yüksek lisansın yarım kalması da hep içimde bir yaradır. O kadar zevkle devam ettiğim programı para kazanmak zorunda olduğum için bırakmak beni çok üzmüştü. Yıllarca rüyamda kütüphanede kitaplar aradım, tekrar yüksek lisans yaptığımı gördüm filan. İlginçtir bu rüyalar Türk Dili Edebiyatı Yüksek lisansı yaptığım zaman kesildi gitti. Doktoraya istediğim için devam etmediğimden artık ona yönelik rüya da görmüyorum Allah’a şükür. Her neyse Hacılar / Burdur Neolitik Kalkolitik 16 evreli yerleşim sürecinin var olduğu bir höyük. İlk kazı İngiliz arkeolog James Mellart tarafından 1957-60 yılları arasında yapılmış. Elle yapılmış Hacılar seramikleri hala bugünkü gibi gözümün önünde. hemen bir iki örnek de koyayım bilmeyenler için :
Seramiklerde zigzaglar, geometrik şekiller, boyalı üçgenler, dalgalı çizgiler, hayvan figürlerine rastlanır. Hayvan figürlerinin dini işlevleri olduğu varsayılmaktadır.
Avcılık ve toplayıcılıktan tarıma ve hayvanların ehlileşmesine giden süreci Hacılar’da izleyebiliriz. Kömürleşmiş arpa ve buğday taneleri tarımın varlığının bir kanıtıdır.
Mellart’tan sonra Refik Duru ve Gülsün Umurtak’ın da katıldığı kazılar yapılmış. Bu bölgede höyükler çok. Biz köyün içine girip kazı bölgesine kadar da gittik.
Daha sonra yolda Salda Gölü ayrımını görünce uğramaya karar verdik, önceden programa almamıştık halbuki.
Salda Gölü Türkiye’nin Maldivleri diye adlandırılıyor. Son zamanlarda iyice popüler olmaya başlamış. Gerçekten de yeşilin ve mavinin farklı tonlarını içeren yapısı ve doğal güzelliğiyle insanın aklını başından alıyor. Hüsam hemen soyunup göle daldı. Erkeklerin de bu çşi gelince uygun gördüğü yere yapması, su görünce soyunup dalması zevklerine kılım. Biz niye yapamıyoruz? Giyinecek soyunacak yer lazım, ıslaksak saçımızın kuruması lazım, birleri görür diye çekinmek her yerde var, sinir yani.
Şimdi efendim benim sadece ayaklarımı soktuğum Salda gölünde su yılanları var aslında. Birini de gözümle gördüm. Güzel kuşlar gördük, uzaktan uçtukları için ne olduklarını anlamadım. Yine tatile çıkmadan dürbünümü alsam mı ikilemi içinde kalıp almadığıma pişman oldum. Seslerini de duyduk kuşların. Yine siteden edindiğim bilgiye göre Küçük batağan, Bahri, Kara boyunlu batağan, Karabatak, Büyük ak balıkçıl, Gri balıkçıl, Yeşilbaş ördek, Elmabaş pakta, Sakarmeke, Karabaş Martı buranın su kuşlarındanmış. Hüsam ayrıca kaya topladı bahçemiz için. Linkini verdiğim sitede de anlatıldığı üzere Mars gezegeninin yüzey özelliklerini taşıyormuş burası. Gerçekten de çok farklı bir havası var. Sakin, sonsuz, derinliği olan bir yer. Yapılaşmanın yasak olması da doğru bir karar bence.
Daha sonra yola koyulduğumuzda her yerin leblebiye kestiğini farkettik. Uğradığımız markette buraların leblebi merkezi olduğunu söylediler. Halbuki leblebi deyince benim aklıma gelen tek yer Çorum. Serinhisar’da Leblebi İmalatçıları Küçük Sanayi Sitesi varmış.
Leblebi ve badem de aldık. Bademi pek sevmedim açıkcası, benim damak tadıma pek uymuyordu. Leblebi de diyet yaptığım zaman yediğim şeylerden. Daha çok da beyaz leblebi yerim aslında. Bizim nesil leblebi tozuna pek aşinadır. Ağzına burnuna dola dola, tıkana tıkana, hele bir de güldürür arkadaşlar yerken iyice boğulayazarsın, işte o durumlarda hepimizin leblebi tozu yemişliği vardır. Neyse efendim Türkiye’nin leblebi ihtiyacının yüzde 80’i bu Serinhisar’dan sağlanıyormuş da bizim şimdiye kadar haberimiz yokmuş. Bunu da öğrenmiş olduk böylece.
Muğla taraflarında oralardan geçen herkesin yaptığı gibi Sakartepe Seyir terasında durduk. Gökova’nın o muhteşem manzarasını fotoğrafladık.
Daha sonra Marmaris’te bir pastanede çay içip, poğaça yedik. Pastanenin adını almadığıma pişman oldum şimdi . Yazarken gerekiyor çünkü. Peynirli poğaçaları harikaydı.
Datça’ya geldiğimizde saat ikiye geliyordu sanırım. Önce merkezde bir otele baktık. Ama bana çok şehir içi gibi geldi. Sonra Palamut Bükü’ne gitmeye karar verdik. Yollar hep inişli çıkışlı. Tepelere çıkıp büklere varılıyor. Aslında büklerin daha doğal kalmalarının nedeni de ulaşımın çok da kolay olmaması. Sanırım daha eskilerde insanlar daha çok tekneleri kullanıyorlarmış. Yollar yapılmamışken yolculuk nasıldı merak ettim.Yarımada üzerinde 52 koy ve bük yer alıyormuş. Palamut Bükü Datça merkeze 25 km uzaklıkta. 2 km uzunluğunda bir kumsalı var. Kumsal daha çok taş ve çakıl. Koyun açığında tavşan adası var. Palamut Bükü’ne son zamanlarda zenginlerden ev alıp yerleşenler çok olmuş. Deniz kenarında da değil daha yukarılarda büyük evler inşa ettirmişler. Bükte pek çok balıkçı lokantası ve başka lokantalar var. Bir tek ATM bulunuyor. Palamut Bükü’nün adı da tabii ki meşe palamutlarından geliyor. Gidip döndükten sonra tesadüfen İz TV’de Pelin Batu’nun Datça Bozburun Rüzgarlı Diyarlar Belgeselini izledik. 2011 yılında, 2011 Uluslararası Orman Yılı kutlamaları çerçevesinde gerçekleştirilmiş. Datça kumullarının zengin florası, karakulaklar ki İngilizcesi Caracal, ben bir de bu hayvanın resmini çizmiştim bir zamanlar- ve dağ keçilerinin anlatıldığı ve daha pek çok şeyin de bir belgesel. Fırsat bulursanız izleyin, ara ara yayınlanıyor. Şimdi bir Karakulak hayvanı fotoğrafı koyalım. Bu zavallımların nesli tükeniyor, halbuki ne de güzeller.
Bu ikincisi de nesli tükenmekte olan karakulak şehre indi haberinden alına fotoğraf. Yazı da işte şurada.
Palamut Bükünde bir pansiyonda kaldık. Çok da memnun olmadığımdan adını vermiyorum, ama adını verip müşteri kaçırmalarını sağlayacak kadar da kötü değildi. Ortalamaydı işte.. Zaten 3 gün kaldığımız için başka bir yer arama zahmetine de katlanmadık, ama bir daha gelirsem sanırım başka bir yerde kalırım. Zaten başka bir bükte kalmayı da isterim değişiklik olsun diye.
Akşam Liman Restaurant’ta bademli levrek balığı yedik. Buraların özel yemeğiymiş. Sonra da uzun bir yürüyüşe çıktık. Aslında gelir gelmez denize girebilirdik, ama eşyalarımızı yerleştirip azıcık uzanmayı tercih ettik.
Yanıma bilgisayarımı da almıştım. Bir Kova burcu olarak teknolojiden çok da uzakta olmak istemiyorum. Merak ettiğim şeyleri hemen Hz Google’dan aratabiliyorum. Telefona gelince yedek banka her daim yanımda çünkü şarj hemencecik bitiyor. gelmeden önce izlediğimiz Kore dizisinden de bir kaç bölüm indirmiştim. O yüzden TV açmadık hiç. Dizimizi izledik. merak edenler için şöyle bir tanıtım linki vereyim. Yazı daha çok diziyi izleyenlere yönelik olduğundan tanıtım videosunu şuradan izleyebilirsiniz. Dizi Netflix’te mevcut, çok eğlenceli bir hapishane dizisi, boş zamanı olanlara öneririm.
Denize girmek güzel şey. Eğer güneşe dayanıksızlığım da olmasa kaymaklı ekmek kadayıfı olacak. Ama heyhat 50 faktör güneş kremi sürmeden ortaya çıkamıyorum.Dolayısıyla benim denize girmem sadece yüzmekten ibaret, deniz kenarında uzanmak, kitap okumak filan gibi aktiviteleri kapsamıyor.
Sanırım ikinci gün Palamut Büküne çok yakın olan Uluslararası Knidos Kültür Sanat Akademisine uğradık. Sponsorlarından birisi de eşimin çalıştığı Koru Sigorta AŞ’ymiş. Bu kadar yakınımızda böyle bir yer olduğunu bilmiyordum. Akademinin Kurucu başkan ve Yöneticisi Nevzat Metin bey ile kahve içip sohbet ettik. Bize Akademiyi tanıttı, etkinliklerden söz etti. Bir 68’li olan Nevzat bey hayatını hayali olan bu işe adamış. Burada öğrenciler ve sanatçılar farklı sanat dallarında çalışmalar yapıyorlar. Ayrıca Datça ve Akademi de müzik etkinlikleri, sanatçı söyleşileri, Halk konserleri, sergiler, yerli ve yabancı sanatçıların katıldığı çalıştaylar oluyor. Ünlü bir çok müzisyen gönüllü olarak konserler vermiş.Bulundukları yerlerde imkanı olmayan öğrencilerin çeşitli sanat dallarında yetkin hocalarla çalışabilmeleri çok büyük fırsat. Palamut Bükü’ne gidenlerin mutlaka uğraması gereken bir mekan. Ayrıca pek çok konu için hala yardıma ihtiyaçları oluyor, sponsor olmak isteyenler de değerlendirebilir.
Bir akşam yine daha önce bize tavsiye edilen bir Payam restaurantta yemek yedik. Balıkçının Pedro adlı bir papağanı vardı. Çok çeşitli mezeleri vardı. Dönüşte de keçi peynirinden yapılmış dondurma yedik.
Yürüyüşte rastladığım Datça kedileri pek semirmiş değil, bunda sezonun henüz başlamamsının etkisi var sanırım. Önce ramazan sonra da seçim burada sezonun gecikmesine yol açmış, esnaf bile uykuda gibi.
Üçüncü gün eski Datça’ya da uğradık. Minik ve sevimli dükkanları gezdik, tatlı yiyip limonata, kahve içtik. ( Limonata Hüsam’ın kahve de benim içeceğimiz oluyor genellikle )
Sonra da Datça merkeze gidip yine uzun uzun yürüdük, akşam yemeğini de orada yedik. Ben yine yollarda kedileri darlayıp bir dolu fotoğraf çektim.
Son gün Knidos’a uğradık, hem gezdik hem de denize girdik. Knidos Rodos Birliği’ne bağlı olup, Datça Yarımadası’nın en uç kısmında, Ege ve Akdeniz’in birleştiği noktada, Tekir Burnu üzerinde konumlanmasıyla Batı Anadolu kıyı kentlerinin en önemlilerinden biriymiş. Tarihinin MÖ 12. yüzyıla dayandığı söyleniyor. M.Ö 4. yyda bir metropole dönüşmüş. Şarap ihracatı sayesinde gelişmiş. Kentin askeri ve ticari iki limanı varmış. Tarihçi Herodot Knidos’u Lakedaimonlu göçmenlerin kurduğunu söyler. Astronomi ve matematik bilimcisi Eudoksus, Doktor Euryphon, ressam Polygnotos ve İskenderiye Feneri’nin mimarı Sostratos burada yaşamışlar. Eudoksus’un güneş saati de halen burada. MÖ 600-700 yıllarına bölge nüfusu 80-120.000 kişiye ulaşmış.Dor ve Apollon tapınağı, Yuvarlak tapınak ve sunağı, Korint Tapınağı, Dionysos Tapınağı, Demeter Kutsal Alanı, Odeon ( 4500 kişilik konser salonu ) Meclis Binası, iki ayrı tiyatro ( girişte 10 bin kişilik, yukarıda 20 bin kişilik olmak üzere ), Yamaç evleri, Nekropol ( Mezar odaları ), Akrapol ( Şehrin siyasi merkezi ) Kap Krio yarımadası ören yerindeki önemli yerlerden. İlk çıplak heykel olarak bilinen Afrodit heykeli Knidos’u dünyaca meşhur edenlerden. Heykelin kaidesi duruyor. Kendisi ise bulunamamış. Atinalı heykeltraş Praxiteles’in eseri olan Afrodit heykelinin bir sikkede bulunan resmi ise aşağıda. Sonra da benim Knidos’ta çektiğim fotoğraflar.
Knidos’u ziyaretten sonra yine dağlar tepeler aşarak yola koyulduk, bu kez Denizli ve Pamukkale’ye doğru.
Permalink //
Harikaydı, teşekkürler… Knidos’u daha kazılırken görmüştüm, arkeolog Dr. Love çıkardıklarının bir kısmını ABD’ye kaçırıp sattı, biz orada yaşarken… bizden bir önceki Goshen kasabasında, müzayedede… bir parayı 40.000 dolara sattığını hatırlıyorum 🙁 Kedilere bayıldım, Akademi yeni olmalı, ilk defa duydum, fotoğraflar çok makbule geçti.- – favorim baykuş <3
Tekrar teşekkürler sevgiler
Ayça
Permalink //
Çalan çalana zaten, insan çileden çıkıyor. Ben teşekkür ederim 🙂