Yaz gezimin son bölümünü, Pamukkale ve Hierapolis’i yarıladığımda müthiş bir can sıkıntısıyla bugün devam edemeyeceğime karar verdim. Daha sulu zırtlak bir yazı yazayım belki canımın sıkıntısı geçer diye yazmaya oturdum. Bu can sıkıntısı olayı hakkında daha önce şurada yazmıştım. O yüzden aynı şeyleri tekrar etmeyeyim, meraklısı açıp oradan okusun. Ben de şimdiki haleti ruhiyemi anlatayım. Temmuz ayı da teşrif ettiler. Hava hala çok sıcak değil, Allah’a şükür. Ama biz hala Saklıköy’e geçmedik. Belki Perşembe günü. Hala internet sıkıntısı olması beni sinirlendiriyor. Kutu yok, bağlantı yetersiz, fiberin ne zaman geleceği belirsiz falan da filan. Tabii internetin olması da ayrı sorun. Sosyal medyada kolu bacağı kesilmiş köpek kedileri, güzel gözleriyle bakan yavrucakların cesedi bulundu haberlerini, tacizleri, tecavüzleri, iktidar hırsı ile dolu zevatı, birbirine cahil, anlayışsız, kafasız diye saldıran insanları görmek insanın canının sıkılması içi yeterince yeterli. Belki de böyle bir ortamda yaşıyor olmak insanın kendi özeline ait sıkıntıları da arttırıyor, çevrenize iyimser bir gözle bakamaz oluyorsunuz.
Bir zamanlar yaptığım gibi farklı ana başlıklar içinde yazayım ruh halimi bu kez.
Merak ettiklerim
1.MHP’nin oyları niye azalmadı ?
2. Eskiden arı soktuğu zaman anında şişerdi. Pazar günü ayağımı arı soktu. Amonyak sürdüm, sonra da fenistil. Öylece kaldı. Pazartesi öğleden sonra kaşınmaya başladı ve akşamına ayağım pantufla gibi oldu. Alerji hapı aldım, aynı. Bu konudaki merakım tepkinin niye geç olduğu, ikinci merakım da, Aile hekiminin arı sokması başlığını bulamaması ve benim önerimle alerjik reaksiyon kısmına girerek ilaç yazması. Artık insanları arı sokmuyor mu ?
3. Verandada bulunan kırlangıç yuvasının ilk kez bu yıl niye bozulup dağıldığı. İçindeki dört kırlangıç yavrusu uçup gitmişler belli ki. Aynı olup olmadığını anlamadığım iki kırlangıç bir hafta sonra yuvayı yeniden örmeye başladı. ( Çamurdan yapıyorlar erkek ve dişi birlikte )
4. Güneş gözlüğüm nereye gitti? Düşse sesini duyardım, her yere baktım yok. Artık çok çizildiğinden zaten değiştirmem gerekiyordu. Öleceğini anlayan kedilerin kaybolduğu gibi, o da beni terk mi etti ?
Şaşırdıklarım
- Ayakta duramayan Baykal’ın seçilmesi ve o haliyle yemin törenini yönetecek olması. İnsanların iktidar hırsları bu yaşta da olsam beni hala şaşırtıyor.
- Salatalık, kabak gibi sebzelerin bir gün içinde büyümesi, o güne yetişemeyince ne yapacağını bilemediğin devasa sebzelerle baş başa kalma sorunsalı.
3. Köpeklerin yürüyüşe çıkan, tur yapan insanlara katılıp eşlik etme durumu. Fener – Balat turumuzda bize eşlik eden köpeğin uzun süre bizi izlemesi sonucu bu konu yine aklıma geldi.
Üzüldüklerim
- Girişte de yazdığım gibi acımasızlık, öldürülen çocuklar, hayvanlar dışında nefret, kin kusan insanlar, sevgisizlik, birbirini anlayamama, milliyet, cinsel tercih ve saymaktan usandığım pek çok konuda habire birbirine saldıran insanlar, düşünce suçlularının içerde, içerde olması gereken tüm katillerin dışarda gezinmesi, saymakla bitmeyecek çirkinlik var her yerde.
- Doktorun köklü sebzeleri yasaklaması. En sevdiğim şey patates halbuki. Bu yıl da bahçeye bol bol patates ektimdi. Mısır, kestanenin adı da geçti. Pirinç, makarna filanı saymıyorum bile. Bazı şeyleri gluten duyarlılığı, bazılarını da insülin direnci nedeniyle yiyemiyorum, meyveyi de azalt buyurdu, peki ben ne yiyeceğim ?
Sevindiklerim
- Burak’ın iş için Türkiye’ye gelecek olması
- Saklıköy’deki köpek Çakır’ın biri dişi diğeri erkek iki yavrusunun olması
- Miço’nun mezarı başına koyduğum su kabının Kento ( siyah beyaz kedi ) tarafından kullanıldığını bizzat görmem
- Eskiden beni rahatsız eden Çince’nin artık rahatsız etmemesi sonucu Mandarin lehçesiyle Tayvan dizileri izlemeye başlamam ve de izlediklerimi de yazmam.
Yapılması Gerekenler
- Online Illustration kursları araştırılacak
- Yarım kalan çocuk kitabı resimlenecek
- Kuzey kutbu hayvanlarının yer aldığı kabak saksı boyaması bitirilecek
- Tahta kutu üzerine Miço resmedilecek
- iki çeşit rüzgar gülü yapılacak
- Gençlere yönelik öyküler bitirilecek
- Saklıköy’e geçilince dört ayrı sebze tarhı ekilecek
- Her iki blog da baştan sona kontrol edilip, düzeltmeler yapılacak
Okunan Kitaplar
Bu aralar Kırmızı Kitap’a uğradım Beşiktaş’ta. Tabii yine bir dolu kitapla çıktım. Halbuki evde daha okunacak çok kitap var. 1Q84’ü okumaya devam ediyorum. Murakami’ye hayranım. Yazının virtüözü resmen. Nasıl yazıyor, nasıl dokuyor, inanılmaz. Daha önce şu yazıyı yazmıştım hakkında. Romanın içine çekilmek, başka şeyler yapmak zorundayken gidip o dünyaya gireyim bir an önce demek bir yana, tekniği incelemekten, göndermelere takılmaktan, ayrıntıları incelemekten kitabı bitirmem gecikiyor. Çok zevk aldığım bir gerçek.
Japonya hakkında Onur Ataoğlu’nun kitaplarını bulup okumam da iyi oldu. Onur Ataoğlu 2002- 2006 arası Tokyo Büyükelçiliği Ekonomi Müşavirliği yapmış. Japonya hakkında Japon Yapmış, Japon ne yapmış ve Japon yapmış Türk gezmiş kitapları var. Dili enfes. Espri gücü üst düzeyde. Kitapları okurken resmen kahkaha attım. Az biraz örnek verecek olursak,
Japon Ne yapmış’tan :
” Tokyo’da üç seneden fazla araba kullandım, sık sık şehirlerarası yolculuklara çıktım ve arabayı sadece iki veya üç kez yıkattım; o da adet yerini bulsun diye. Bu kadar çok yağmur yağan ve adım başı karşınıza çıkan park ve bahçeler yüzünden çamura bulanmanızın yüksek olduğu bir ülkede ayakkabı boyatma ve araba yıkama ihtiyacı duymamanız müthiş bir duygu. “Nasıl oluyor acaba” diye düşünerek yürürken cevaplardan birini gözümle gördüm.
Tokyo’nun merkezindeki çok büyük bir inşaat alanından çıkan hafriyat kamyonları, caddeye çıkmadan önce bir platforma alınıyor ve çamurlu tekerlekleri dakikalarca basınçlı suyla yıkanıyordu.”
……
” Hayvan az, insan bol olunca Japonlar büyükbaşları ne yapacaklarını şaşırmışlar, hayvanları baştacı etmişler, özel çiftliklerde sığırları besiye çekmişler. Kimi çiftliklerde hayvan başına on on beş bakıcı düştüğü oluyor. Bakıcılar hayvanlara düzenli olarak masaj yapmak, onları kaplıcalara götürmek, bira içirmek, müzik dinletmek ve şu anda aklıma gelmeyen her türü ihtiyaçlarını gidermekle görevliler. Kaplıcalar hayvanların iyice yumuşamasını, bira iştahlarının açılmasını, masaj da hayvanın yağlarının dokular arasında eşit bir şekilde dağılarak lezzetli bir ” doku yağı” oluşmasını sağlıyor.Hayvanlara en iyi kalite su içiriliyor, stresten uzak mutlu bir yaşam ortamı sunuluyor ve kesildiklerinde hayvanın etinde bir gram sinir ve sertlik olmuyor.
Wagyu denilen bu hayvancıkların böyle bir yaşamdan sonra hart diye kesilivermesi kulağa acılı gelse de , hiç bir Japon vatandaşına kısmet olmayan bir konforda yaşadıkları unutulmamalı. Hangimiz yetmiş sene yerine otuz sene yaşamaya, ama kral gibi yaşamaya razı olmayız ki; sonra da varsın kessinler. Eğer wagyudan hazırlanmış bir bifteği yeme şansına erişirseniz, ” Bu yediğim et ise, bugüne kadar yediğim kayışlar neysi?” diye düşünmeden edemiyorsunuz. Hemen akabinde hesabı burnunuza dayadıklarındaysa, bildiğiniz etten şaşmamaya karar veriyorsunuz. “
…….
” Japonya’da tercümede kaybolmadan önce, telaffuzda kayboluyorsunuz; öyle ya, tercüme etmek için hiç olmazsa karşınızdakinin ne dediğinin bir dereceye kadar anlaşılması gerek! İş toplantısındaki muhatabınız İngilizce olarak, söz gelimi, “paburikku inborumento” dediğinde, önce olun “public involvement” dediğini anlayacaksınız ki, bu ifadeyi ” halkın katılımı” olarak tercüme edebilesiniz!”
” Dildeki bazı istisnalar da telaffuz sorununu iyice içinden çıkılmaz hale getirebiliyor. Örneğin “ma-mi-mu-me-mo şeklinde giden heceler “s” harfine gelince “sa-şi-su-se-so” şeklini alıyor. Katakana ile sınırlanan Japonlar da bir türlü “si” sesini çıkaramıyorlar. Japon ve yabancı iş heyetlerinin bir araya geldiği toplantılarda, Japon ev sahiplerinin içeri giren konuklarına “Lütfen oturunuz” demek isterken “Please shit down” dedikleri, bu telaffuz farkının da “lütfen büyük abdestinizi icra ediniz” anlamına geldiği, nezaketi elden bırakmak istemeyen yabancılarında mecburen davete icabet edişi, sık rastlanan telaffuz kazalarındandır.”
Japon yapmış Türk Gezmiş’ten :
“… Ama yine de Japonya’ya kadar gelip Fuji’ye tırmanmamak olmaz diye düşünerek fizibilite çalışmalarına başladım. İlk öğrendiğim Fuji tırmanışıyla ilgili meşhur atasözü oldu : “Fuji’ye bir kere tırmanmayan aptaldır; ama ikinci kere tırmanan daha büyük aptaldır..” Bu çelişkili atasözünün analizini yaptığımda, bir kere tırmanmanın da büyük aptallık olacağı sonucu açık seçi görülmekteydi. Benim varsayımım, ” Fuji’nin dalında güzel olacağı şeklindeydi. O heybeti uzaktan seyretmek varken, taşlı tozlu, cıbıldak bir dağa tırmanmanın ne alemi vardı? Ancak ağustos ayının bir hafta sonu arkadaşım Fuji’ye gittiğini söyleyip beni de davet edince, itiraf ediyorum ki, sırf “yaptım” demiş olmak için peşine takıldım.”
” Toranaga San, Arabistan deyu bir diyarda kazmayı vurdukları yerden siyah bir sıvı çıkıyormuş, pek bir kıymetliymiş, enerji filan sağlıyormuş.”
” Biz de arayalım çekirge, vurun kazmayı dağa taşa.”
“Vurduk Toranaga San, ama her vurduğumuz yerden sıcak, çamurlu, leş gibi kokan bir su çıkıyor. İçsen içilmez, evde kullanılmaz, hiç bir işe yaramaz.”
” Hadi ya, elin Arabındaki şansa bak, bir de bizdeki cenabetliğe…
” İyi de Toranaga San, oradan buradan fışkıran leş kokulu bu suları ne yapacağız şimdi ?”
” Git kıçını başını sok deliğe, ne bileyim ben!”
Bunun üzerine Japon milleti Toranaga’nın dediğini yapmış, kaplıca zevkini geliştirmiş, hem de nasıl geliştirmiş. Ülke baştan aşağı volkanik, alttan sürekli kaynıyor, bastığın yerden fokurdayan bir su fışkırıyor. Japonlar da ” Bari tadını çıkaralım” demişler ve dünya üzerindeki en gelişkin kaplıca- banyo- hamam kültürü yeşermiş.”
Epeydir Japonya ile ilgilendiğimi biliyorsunuzdur, ama bu kitaplar bilmediğim pek çok şeyi de öğretti.
Ataoğlu Kurtuluş İlkokulu, Atatürk Anadolu Lisesi, Ankara Fen Lisesi, ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümlerini bitirmiş. Yazarının internet adreslerini de verecek olursak :
www.onurataoglu.blogspot.com
www.facebook.com/people/Onur-Ataoğlu/574508556
Gidilecek Yerler
Biz tatilden döndükten sonra 1001 İstanbul’un bir Fener Balat turuna gittik. Hüseyin Avni beyin rehberliği eşliğinde çok da zevk aldık. O turdan bazı fotoğraflar :
Ayrıca geçtiğimiz hafta sonu da İstinye’de bir sabah kahvaltısı ardından, Sabancı Müzesinde Görünenin Ötesinde Osman Hamdi Bey sergisine gittik. Sanatçının Sakıp Sabancı Müzesinde yer alan eserleri ve bunları yaparken kullandığı tekniklere ait bulgular yer alıyordu. Sanatçının altı tablosuna odaklanışmıştı. Müzenin önünde ise akşamki Jazz konseri ile ilgili hazırlıklar vardı.
Dönüşte de Baltalimanı Japon Bahçesine uğradık.
Son olarak Ankara Anlaşması deneyimi ile ilgili ilk elden haber okumak isteyenlere oğlumun yazısını önerebilirim. Aşağıdaki sayıda.