by

Unutmaktan Korkmak

Bugün babamın ölüm yıl dönümü.Gideli 22 yıl olmuş. Onu hatırlamadığım bir gün bile yok. Bu aralar şehirden eski mektupları ve günlükleri getirdim. Zaten her gidişimde bir çok şey alıp geliyorum. Bu kışı büyük ihtimal ile Saklıköy’de geçireceğiz. Doğalgaz bağlanacak gibi. İlk kez bu kadar çok kalıyoruz burada. Sonbahar günlerinde nostaljik bir duygu durumu içinde okuyup anımsıyorum ayrıntıları. Giderek daha az şey anımsamaktan ve pek çok şeyi unutmaktan korkuyorum. Onu tanıyanlar bu dünyadan gittiği zaman, o da yaşamamış gibi olacak, sanırım bu duygu beni üzüyor.

Geçen gün eski fotoğraf ve videoların paylaşıldığı bir IG hesabında İstanbul’da 1920 yıllarında çekilmiş bir videoya rast geldim. O yıl doğanlar bile 100 yaşına gelmiş olmalı yaşıyorlarsa. Yani izlediklerimin hepsinin ölmüş olduğu kesin gibi bir şeydi. Kimi gülüyor, kimi saçını başını düzeltiyor. Bir tanesi kuşlara yem veriyordu mesela. “Biz de bunlar gibi olacağız.” diye konuştuk bir arkadaşımla, hiç yaşamamış, hiç sevmemiş, hiç üzülmemiş, hiç heyecanlanmamış gibi, öylece gelip geçeceğiz. Bizi tanıyanlar da öldükten sonra, hiç yaşamamış gibi olacağız. Belki genlerimizi taşıyan torunlarımız, torun çocuklarımız filan olacak. Çok ünlü olmadıktan sonra unutulup gideceğiz. Ha çok ünlü olanlar da ne kadar doğru anımsanıyorlar, o da tartışmalı.

Geçen gün ilk anım hangisiydi onu hatırlamaya çalıştım. Afyon’un Bolvadin ilçesinde olduğumuz zamanlardan ilk görüntü. Ama sadece ellerime bakıp ” Ben insanım , ne tuhaf !” diye düşündüğüm aklımda. Üzerimde annemin diktiği kırmızı paltom, üç yaşındayım.

Albümümdeki çok küçüklük fotoğraflarımdaki anları hatırlamıyorum. Çoğu da Bolvadin’den.

Gülgün doğmadan önce çektirdiğimiz fotoğrafları her paylaştığımda ” Ben doğmadan önceki mutlu günleriniz.” diye takılır kardeşim. Halbuki o gelince daha mutlu oldu hayatımız.

Yurtdışında yaşayan bir çiftin çektiği nadir renkli fotoğraflarımızdan birinde İzmir’den İstanbul’a gidiyoruz vapurla. Yıl 1966. Yanımızda babaannem de var. Annemin yanındaki hanım fotoğrafı çeken aileden.

Her nereye gidersek gidelim, tuvalete bile gideceksem “Babam götürsüüüün !” diye bağırdığımı anımsıyorum. Dönüşte uykum gelmişse de babamın kucağında eve döndüğümü. Üç tekerlekli bisiklete bindiğim günleri pek hatırlamıyorum, ama o günlerden çok güzel bir fotoğrafımız var babamla.

Seferihisar’da Gülgün’ün doğduğunu haber verdikleri anı da hatırlıyorum. Koşa koşa eve dönmüştük babamla. Sonra da” İşte bu kardeşin” diye göstermişlerdi Gülgün’ü. Seferihisar’da yazlık sinemalara gittiğimiz akşamları anımsıyorum çok net. Gazoz, çiğdem alınırdı. Patlamış mısır , frigo zamanları değildi bizim için. Aşağıdaki fotoğraf da sinemada çekilmiş.

Çocukken adliyeye ki – o zaman bizim için babamın iş yeri daireydi. çok giderdim. Babam bana bir adaçayı ısmarlardı. Sinirleri tepesinde savcı ve hakimlerin sakinleşmek için adaçayı içip durmalarına şaşmamalı. Mesai bitene kadar kalır, sonra babamla beraber kahveye giderdim. Orada can arkadaşı Veteriner İlhami bey ile çikolatasına tavla oynarlardı. Babamın hep yenip çikolataları bana verdiğini hatırlıyorum. Babam keyifli keyifli güler, adaşı İlhami amcaya “Acemiiii !” diye takılırdı. İlhami amcayla çeşitli hayvanlara bakmaya gittiğimizi de anımsıyorum. Büyük kızı Zekiye ile herkes bizi yarıştırırdı. Hoş, benim zerre kadar umurumda değildi.

Dürüst bir savcıydı. Komşulardan komşu hakkı gelen meyveleri bile kapıdan geri çevirtirdi, yarın öbür gün işleri düşer, yüzümüz tutmaz diye. İnsanların arkasından konuşmak yerine yüzlerine söylemeyi tercih ederdi. Patavatsız denebilecek bir noktaya kadar giderdi bu durum. Tanışmaya gelen dünürlerimize ” Bana kalsa bu kızların ikisini de evlendirmem, turşusunu kurarım.” demişti de bakakalmışlardı. Uzun süre ben de onun gibi ne var ne yok her şeyi söyledim insanların yüzüne. Babamın kızıp ” Dedikoducu” dediğini komşuya söyledim mesela. Annem ” Ben onu babasına söyledim, kulağını çekti.” dediğinde ” Hiç de bile çekmedi, dedikoducunun teki, kız doğru söylemiş.” dediğini de anında ilettim. Sonra sonra her şeyi söylemenin insanları kırdığını, kimseye de bir faydası olmadığını hissettiğimde, yutkunup, söylememeyi öğrendim.

Babama benzer yanlarımdan biri de kedi sevgisi. Sokakta gördüğü her kediye sulanırdı. İkimizin de bu yüzden kuduz aşısı yemişliğimiz var. Bahçemizden de kedi eksik olmazdı. Onun için tüm kediler ” Pisos”tu. Annemden gizli saklı kedileri içeri alırdık. Bahçede beslediğimiz Arap ve Zühtü, bir dönem ev kedisi olarak baktığımız Minnoş Mestan kedilerimizdi, annemin itirazlarına rağmen. Fotoğraf makinemizin olmayışı kedilerimizden birinin bile fotoğrafı olmamasına neden olmuş. Ama Gülgün’ün kedisi Pisos ile bir fotoğrafı var Allahtan. Bir de babamın bir ölüm fantezisi vardı, hiç unutmayız. Bir kedi göğsünde uyurken onun guruldamaları arasında son nefesini vermek isterdi.

Bizim çağın pek çok çocuğu gibi ben de çocukken babamın sırtını çiğnerdim. O neslin odun taşıma kömür taşıma gibi alışkanlıkları herkesin sırtını belini ağrıtıyordu bir noktada. Babam da sonraki yıllarda çok ciddi bir bel fıtığı ameliyatı geçirmişti. Beyin cerrahı ve ortopedistlerin birlikte girdikleri ameliyatta ayrıca bir de platin takılmıştı. Daha sonra bel fıtığı bir düşmeden dolayı nüksettiyse de doktor “Zaten ameliyatta gittin zor geri getirdik, ağrı kesicini al otur.” diyerek tekrar ameliyat etmedi. Bu da onun ölünceye kadar ağrı sızı içinde yaşamasına neden oldu. Şu Bengay’ı sırtıma sürsene kızım” sözleri hala kulağımda. 1992 yılında ben de bel fıtığı ameliyatı geçirdim, bu da ortak bir yanımız olsa gerek.

Evhamlı yanımız da benzerdi. En ufak bir hastalıkta sırtıma tentürdiyotla kafesler çizdiğin beni vikslediğini hatırlıyorum. Çok hastalıklı bir çocukluk geçirmiş olmamın da üzerime titremesinde etkisi olsa gerek. Lisedeyken 80 öncesi Uşak’taydık. On dakika geç kalsam doğrudan müdüre telefon açtığını, ” Bizim kız çıkmadı mı ? diye sorduğunu öğrenmiş, çok utanmıştım. Liseye geçene kadar neredeyse hiç bir arkadaşıma gidemedim. “Onlar bize gelsinler.” derdi. Savcı olmasının, hep kötü şeylerle karşılaşmasının da bunda etkisi olduğunu sanıyorum. Aslında Güzel Sanatlar Fakültesine gitmek istediğini, ama Hukuk Fakültesinde devam zorunluluğu olmadığı için , çalışarak okumak zorunda kaldığından onu tercih ettiğini biliyorum. Annemle de bankada çalışırken tanışıp, evlenmişler.

Anneannem , annem, babam nikahta.

Çok güzel resim yapardı, edebiyatı da çok iyiydi. O da benim gibi şiir yazardı. Bizi korumacılığı ölene kadar sürdü. Ben İstanbul’da, onlar Sakarya’dayken okulu bitirip iş bulduğumda ” Ben sana o parayı vereyim, çalışma , yanımızda ol.” diyecek kadar bizleri dibinde istedi. Erken doğum yaptığımda annem ben ve bebek hakkında bilgi vermek için telefon açmış, ” Bırak bebeği , kızım nasıl?” diye bağırmış telefonun öbür ucundan. Sonra o bebeği ” Şu çocuğu azarlama!” diye bana kızacak kadar sevdi, o da ayrı.

Aslen Bolu Mengenli olması yaptığı yemeklerin lezzetli olmasında bir etkendi bence. Onun köftesini annemin köftesinden çok sevdiğimi hatırlıyorum. Kışın hamur lokmaları yapar, sobanın külleri arasında pişirirdi. o sobanın üzerinde sucuk yaptığımızı da anımsıyorum. Tabii sucuğun akan yağları sobayı kirletir, annemden azarı işitirdik. Şimdilerde Burak’ın da güzel yemek yaptığını görüyor, bu kesin Mengenlilikten diyorum.

Pantolonlarını kendi ütülerdi, çift çizgi olmasın diye. Gençliğinde takılan gramofon eşliğinde şarkıya eşlik ederek ütü yapmasını halamın büyük kızı Gülay ablam gülerek anlatır. Sesi güzeldi. Zamanında Üsküdar Musiki Cemiyetine devam etmiş. Halamın arkadaşları geldiğinde halam ud çalar, babam şarkı söylermiş kızlarla. Evlendiğimde Hüsam’ın da klasik eserleri sevdiğini ve dinlediğini öğrendi. “Ama o benden de eskileri seviyor yahu! demişti. Aşağıdaki fotoğrafta halam eniştem ve babam var. Babam lisede. Halamla araları bir yaş olmasına rağmen ( Halam 26, babam 27’liydi ) sanki daha çok varmış gibi duruyor. Başında liseli kasketi.

Gezmeyi severdi, ama bir yerde çok uzun zaman kalmaktan sıkılırdı. “Tek kardeşim, başka kimim var.” diye koştura koştura gittiğimiz halamda bile bir iki saat kaldıktan sonra “Hadi kalkalım.” derdi. Tezcanlıydı. Gidilecek yere her zaman saatinden önce varırdı. Yemeği de hızlı hızlı yerdi. O zamanlar çalışanlar eve gelip yemekten sonra tekrar işe döndüğünden olsa gerek. Ben de kendimi ona uydurmak için hızlı yemeye başladım. Şimdiki mide sıkıntılarımın çoğu yemeği çiğnemeden yutmaktan kaynaklanıyor. Onun da midesi zayıftı, zaten duodenum ülserinden vefat etti, tam da dedemin vefat ettiği yaşta 71’inde.

Ortak çok komik bir yanımız daha var. İkimiz de çorap satın alıp, biriktirmeyi çok severdik. Çarşıya her çıkışında bir iki çift çorap alırdı. Bende de aynı hastalık var. Zaten o çoraplar ya tek kalıyor, ya da hemen eskiyorlar. Babamın çocukken en çok duyduğum cümlelerinden biri de “Çoraplarımı nereye koydunuz? sorusuydu. Tabii annemden klasik ” Nereye koyduysan oradadır.” yanıtını alırdı.

O da benim gibi Çiğ “Çi ” böreği severdi. Makarnanın üstüne şeker döküp yerdi. Revaniyi sevdiğini, koca tepsiyi tek başına yediğini hatırlıyorum. Biz daha küçükken eve kelle söylerdi. Allahtan Gülgün o günleri pek hatırlamıyor. Kapaklı ızgarada pirzola yaptığımızı anımsıyorum, altına ekmek koyardık. O ızgaranın telleri sürekli uzatılıp, tamir edilirdi. Ayrıca ütünün içinden çıkan pulların (amyant ) ortaya yayıldığı bir tamir süreci kalmış gözümün önünde. Evde ne bozulsa, ” Sen bozdun ! ” derdi. Dediğine göre küçüklükten beri bir aleti çalıştıran her ne varsa, onu bulup bozma yeteneğim varmış. “Sen bozdun, ben bozmadım.” tartışması bitmez tükenmezdi evde.

Ben evlendikten ve o da emekli olduktan sonra yakın oturmaya başladık. Burak da doğduktan sonra ben işten ayrıldım. Bunda Burak’ın premature doğmuş olmasının da etkisi vardı tabii. Torununu çok sevdi. Her zaman eli kolu dolu gelirdi. Burak için çikolata, gofret ya da çay yanına yenilecek bir şeyler alırdı. Saçaklı peynirli sandviçler ve ekler hoşuna giderdi. Bazen de ben kek, poğaça yapardım. Çay eşliğinde siyah beyaz filmleri izlerdik. Ayhan Işık’lı, Sadri Alışık , Belgin Doruk’lu filmleri üçüncü , beşinci kere de seyretsek aynı zevki alırdık. Annemler çoğu kez gezmeye giderdi anneannemle. O zaman evlenmeden önce karar verdiğimiz gibi Avustralya’ya göçmediğimize ve babamla zaman geçirebiliyor olmama çok sevinmiştim. Hala da bu kararımın doğru olduğunu düşünürüm.

Lise son sınıfı okumaya İstanbul’a anneannemin yanına geldiğim yıl Uşak’tan yazdığı bir mektup var elimde. Şöyle başlamış :

Keşke zaman yolculuğu mümkün olsaydı. Bir günlüğüne bile olsa geçmişe dönüp, elini tutup yürüyüşe gidebilseydim. Çay ve kek eşliğinde siyah beyaz filmler izleyebilseydik. Kucağına tırmanıp şap şap yanaklarından öpseydim yine. Onu çok özledim.

Babasının gülleri

2 Comments


  1. // Reply

    Gözlerim dolu dolu , hüzünlü ve gülümseyerek okudum yazınızı.Duygularınızı o kadar güzel aktarmışsınız ki hüznünüzü, özleminizi içimde hissettim sanki.Her şeye duygulanan biri değilimdir ama cümleleriniz beni çok etkiledi. Ayrıca dönem fotoğraflarına bakmak çok hoştu.Bende annem ve teyzelerimden dolayı şekerli makarnayı pek severim.Sizin döneminin çocuğu olmasam da bende abimin ve babamın sırtını çiğnediğimi hatırlıyorum.Dönem farkına rağmen ortak küçük ayrıntıların olması beni ayrıca mutlu etti.Tüm hüznüne rağmen yazdıklarınızı okumak çok keyifliydi, teşekkür ederim.


    1. // Reply

      Okuduğunuz için ben çok teşekkür ederim.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *