Geçen gün pandemi bunalımı üzerine düşünürken içimin gençliğimde olduğu gibi heyecan ve mutlulukla dolmadığını düşündüm birden. Mutsuz olduğumdan ya da şükretmediğimden değil, ama ara sıra böyle içime kuş kaçmış gibi hissedip, sevinirdim. Öyle belli bir nedenle de değil, birden yaşamı kucaklamanın mutluluğuyla sarhoş olurdum sanki, uzun süredir böyle hissetmiyorum , “ Yaşlanmaktan mı, nedir ?” diye hayıflandım kendi kendime.
Sosyal medyada nostalji biz yaşlarda çok yaygın. Geçen gün birisi 185 tane fotoğraf paylaşmış eski ile ilgili. Çoğu bizim çocukluğumuzda bulunan şeyler. Eski çamaşır makinelerinden, şemsiye şeklindeki çikolatalara, Kaygısızlar dizisinden, Vita yağı kutularına kadar. Vita yağı kutusu da özlemiyorum aslını isterseniz. O zamanki komşuluklar filan diye de hiç hayıflanmadım, kesilen elektrikler, susuzluk , sobalı evler, yakıtsızlık filan da pek özlenesi değil. Benim özlemim daha çok hedeflediklerini yapabilmek için önünde yıllar olduğunu düşünen o genç kızın duygularına. ( Hoş bunun da hiç bir garantisi olmadığını genç ölümlerle öğreniyor insan zamanla )
Şimdi düşününce gençken de her şey güllük gülistanlık değildi. Hiç bir zaman Hüsniye Civelek Tozpembe bir insan olmadım. En nefret ettiğim huylarım da sabahları mutsuz uyanmam ve dilimin kemiği olmamasıydı. İkinciyi kendimi tutarak ve her aklıma geleni söylemeyerek ve bunu yapmak için de çok çaba sarf ederek yok ettim. Şimdilerde birine çok sinirlenip bir şeyler söylemem için çok içime atmış olmam gerekiyor. Hoş o zaman da karşımdaki “ Bu kadar ufak bir şey için ne dellendi bu kadın ?” diye düşünüyor, ama ne kadar zamandır sinir olup olup sustuğumu bilmiyor. İlki bence daha vahimdi. Çok mükemmeliyetçi olduğum için kendimden hiç memnun olmadım. Daha çok okuyayım, daha çok öğreneyim, daha iyi yazayım, daha az hata yapayım. Her şeye kafamı takardım. Ama öyle böyle takmak değil, resmen saplantı haline getirirdim. Bir yerde yanlış bir şey söyledim, ya da bir konuda yetersiz kaldım diyelim ( ki o bana göre bir yetersizlikti zaten ) normal insan beş dakika sonra unutur gider. Benim uykularım kaçardı. Bardağın hep boş tarafını görme alışkanlığı. Bir de her şeyi hemen yapmak için bir telaş, bu huyum şimdi de aynı.
Bir süredir çocuk kitabı resimleme amacıyla sevgili Gonca Mine Çelik’ten ders alıyorum. Online olarak katıldığımız İleri Seviye Illustrasyon Atölyesi bugün bitti. Klasik de çizebilirdim, ama ben Procreate kullanarak digital çiziyorum. Daha da tam öğrenmiş sayılmam programı. Illustrasyonun da başında sayılırım. Aslında yazdıklarım resimli kitap tarzı değil, yani küçük çocuklar için değil, ama vinyet tabir edilen resimleri de ben çizmek istiyorum. ( Bunun kontrol manyaklığından gelen bir yanı da var kabulüm, ama hoşuma da gidiyor doğrusu. ) Bazen yazdığım kitap için bir illustrasyon üzerine çalışıyorum, bazen de derste çizmeye başladığımız illustrasyonu tamamlama gayreti içine giriyorum. Skillshare sitesinde de dersler oluyor, onları da takip ediyorum ara sıra. Bir gün çeşit çeşit ağaç, diğer gün ekmek, kuş, sebze meyve çizdiğim oluyor. Ama hep bir öğrenmeye geç kalmış telaşı içimde. Keşke daha erken başlasaymışım hayıflanması filan. İşte her sabah yapılacak çok işim var, ama zamanım yok hissi ile uyanıyorum. Bir bakıyorum saat altı yedi olmuş, Ev işinden, azıcık okuyup bir şeyler izlemekten , bir sayfa çizmekten başka bir şey yapmamışım. Daha bahçe işleri de başlamadı, onlar da başlasa nasıl zaman bulacağım diye düşünüyorum. Hiç bir şey bitmiyor gibi geliyor. Dün İllustrasyon grubundan bir arkadaş Momo ve çöpçü Peppo’dan söz etti, çocuk kitabı. Arkadaşlar dediğim genç insanlar, daha çoğunun küçük çocukları var, çalışıyorlar ve zamansızlıktan yakınıyorlar. Ben gençken Burak küçükken evden ders vermek ve onunla ilgilenmek, sonra öğretmenliğe başlayınca da iş ve ev arasında koşturmaktan başka bir iş yapamamıştım. Okumak dışında. Ha kırkından sonra çalışırken bir yüksek lisans tamamlama olayım var, ama çizmekmiş, yazmakmış hoşlandığım şeylerin çoğunu yapacak zaman kalmıyordu. Neyse işte ben bu Momo’yu okumamıştım. Konuşmadan sonra netten alıntılar buldum. Şehirde olsam hemen gider bir kitapçıdan alırdım.. Burada ya ısmarlayıp gelmesini bekleyeceksin, ya da şehre inmeyi. Neyse alıntılar da işime yaradı, hemen ben de alıntılayayım :
Beppo… Sokağı süpürürken yavaş, fakat belli bir tempoyla çalışırdı. Her adımda bir nefes alır, her nefeste bir süpürge sallardı. Bir adım, bir nefes, bir süpürge.. Böyle sürerdi, Arada bir durur, önüne bakarak düşünürdü. Sonra gene, adım-nefes-süpürge.
…
“Bak Momo” derdi,
“Ne oluyor, biliyor musun? Bazen önüme upuzun bir cadde çıkıyor. Öyle uzun ki, insan bunun sonu gelmez sanıyor.”
…
“Caddeyi bütünüyle görüp düşünmemeli. Hep bir sonraki adımı, bir sonraki nefesi ve bir sonraki süpürgeyi… Ve hep bir sonra geleceği… O zaman zevkli olur. Önemli olan işini iyi yapmaktır. Ve öyle yapmak gerekir.”
…
“Bir de bakarsın ki, adım adım bütün yolu bitirmişsin. Nasıl olduğunu anlamadan ve yorulmadan.” Başını önüne eğer sözünü noktalardı: “Ö̈nemli olan da budur.”
Momo, Michael Ende
Bazen her şeyi gözümde büyüttüğümde Hüsam da hemen bir fili nasıl yersin, lokma lokma diye başlıyor. ( fil yeme düşüncesi de korkunç tabii, ama işte azar azar demek istiyor. ) Önündeki yoldan çok, bitirdiğin yola bakacaksın, soluklana soluklana, her adımda bir nefes.
Ama günler de çok kısa değil mi ? Size de öyle gelmiyor mu ? Çocukken hafta sonu gelsin tatil olsun diye beklerken zaman bir türlü geçmezdi. Tatiller ise göz açıp kapayana kadar geçip giderdi. Demek ki yine hoşlandığım şeyler yapıyorum ki zaman çabucak geçip gidiyor diye düşündüm böyle bakınca olaya. Giderek iyimser mi oluyorum nedir ?