by

Hüve’l Bâkî *

cropla.asp
İki yüzlü tiyatro maskesi ,İzmir Mask Müzesinden, Okyanusya İnsanının seremonilerinde kullanılır

Yaşam ve ölüm iki yüzlü tiyatro maskesi gibi çoğumuzun her an içinde. Yaşamın bu gerçeği hakkında pek çok söz üretmişiz kendi kendimizi teselli etmek için. Dünyanın çeşitli ülkelerinde farklı versiyonları olan o söz gibi. Örneğin, bizim hadis olarak bildiğimiz “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış” sözünü Hindistan’da  “Yarın ölecekmiş gibi yaşa, hiç ölmeyecekmiş  gibi öğren” olarak görüyoruz. Dünyaya da ahirete de çalışsak, sonunda ölüyoruz. Herkesin ölüm hakkında, hatta kendi ölümü ile ilgili farklı istekleri ve inançları var. Kimse sonsuza kadar yaşamayacağını biliyor, ama nasıl öleceği ile ilgili arzuları, öldükten sonra ne olacağına dair inançları, hatta cenaze törenlerinin nasıl olmasını  istedikleri hakkında farklı görüşleri var.

Anneannemin kırkıncı gün duasında yine bu konuda düşündüm. Anneannem dualara gitmekten kaçınan bir insandı. Böyle ortamlarda moralinin bozulduğunu söyleyerek, ne yapar eder, gitmemenin bir yolunu bulurdu. Yalnızca öyle ortamlar değil, sinir bozucu, habire yakınan insanları da etrafında barındırmamaya çalışırdı. 102 yaşına kadar sağlıklı yaşamasında bunun da bir etken olduğunu düşünüyorum. Ölene kadar da ağzından bir kez bile ” Ben artık öleyim. ” sözünü duymadık. Ama babam sağlığının bozulduğu son zamanlarda ” Artık öleyim ben.” demeye başlamıştı. Hatta benim gibi her şeyi kurcalayan ve öncesinde düşünen bir insan olduğundan, kendisi için bir ölüm sahnesi bile yaratmıştı. Bulunduğu odada çıtır çıtır sobanın yandığı bir ortamda bir yatağa uzanmış, üzerinde de bir kedi yatıyor. Sobadaki odunun çıtırtıları ile kedinin mırıltıları birbirine karışmışken son nefesini veriyor.” Ama bu isteği olmadı ve bir ameliyat sonrası hastanede vefat etti. Öldükten sonrası için de mezarını ziyaret etmemizi isterdi. “Siz gelmezsiniz benim mezarıma da” diye o kadar çok söylendi ki, şimdi kız kardeşimle ben mezarını sık sık ziyaret ediyoruz. Babaannem, hiç görmediğim dedem ve dünyalar kadar sevdiğim halam ile birlikte aileyi tamamladılar o mezarda. Bazen mezar taşlarının üzerinden atlayarak gidiyorum ziyarete. Çünkü Karacaahmet insana yürüme şansı bırakmayacak kadar düzensiz ve dolu. Yabancıların mezarları ne kadar düzenli diye yakındığım bir dönemde, sonradan müslüman olmuş bir yabancıyla evlenmiş olan bir kuzen, eşinin bizim mezarlarımızı kendi mezarlarına tercih ettiğini, onların birbirinden uzak olduğunu bizimkilerde ise herkesin ne güzel koyun koyuna yattığını söylediğini anlatmıştı. İnsanların bakış açıları ve inançlarının nasıl farklı olduğunu gösteren bir örnek daha demiştim kendi kendime.

1235501_10151819737573686_1347976728_n
Babam ve Pisos bir öğleden sonrası dinlenmesinde

Genç de olsa ,yaşlı da olsa, giden kişiyi özleyecek olmanın verdiği sızı bir gerçek. Ama genç ölümler cenaze törenlerinin, taziyelerin, her şeyin daha acı olmasını getiriyor. Öte yandan sıralı ölüm dediğimiz, çoğu kez de beklenen ölümlerde cenaze törenleri akraba ve arkadaşların belirli bir aradan sonra buluşup sohbet ettiği ortamlar haline geliveriyor. Caminin bir köşesinde çocuklarının YGS sınav sonucu hakkında konuşan kişileri de, diğer köşede sigorta poliçesi satan arkadaşınızı da görebilirsiniz. Hatta sigorta poliçesi satan, ölenin hastalığından bahisle girmiştir pazarlamaya büyük bir olasılıkla. Törene katılan pek çok kişi aslında ölenden çok, doğal olarak kendi ölümünü düşünüyor. Her ne kadar “Uyudun uyanamadın olacak” kısmına inanmasam da Cahit Sıtkı’nın “Neylersin ölüm herkesin başında / Uyudun uyanamadın olacak/ Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık saltanatın olacak” dizeleri hep aklıma geliyor. Bir aralar bir yerde okumuştum. Cenaze törenlerinden sonra törene katılan çiftlerin çoğu eve gidince sevişiyormuş. Hem ölenin ardından üzüntüyü geçirmek, hem de “Ben yaşıyorum’un” bir göstergesi olarak. İlk evlendiğimiz yıllarda cenaze törenlerine giderken, moral bozukluğunun bir sonucu olsa gerek, gayet iyi giyinip, süsleniyormuşum. Genellikle paspal gezen bir insan olarak, bu durum eşimin dikkatini çekmiş olsa gerek, bir yere gezmeye gitmek üzere hazırlandığımızda “Nilgün, cenaze törenine gidiyormuşuz gibi hazırlan.” demeye başladıydı. Bir Hristiyan cenaze töreninde bulunmadım ama, filmlerden dizilerden seyrettiğim kadarıyla giyim kuşamlarına gösterdikleri özen sanırım benim o ilk zamanlardaki  cenaze töreni tarzıma pek uyuyor.

Namaz ve defin sonrası dua kısmı da ayrı bir   mesele. Çoğu kez bet sesli hocalardan dua dinliyor olmaktan rahatsız oluyorum. Güzel sesli hocaların duası insana huzur verebiliyor.  Bir arkadaşımın oğlunun duasında hocanın “Benim sesim kötüdür, sinüzitim de var, sesim sık sık kısılıyor.” açıklamasından sonra ” O zaman ne diye inatla okuyorsun be adam!” dememek için yan odaya kaçmıştım.  Bir başka hoca da gepegenç ölen çocuğun annesine ” Belki sizin günahlarınızın kefaretini ödüyordur.” dediğinde, arkadaşlarla birlikte şok geçirmiş, acılı ailenin yanında adama saldırmamak için kendimizi zor tutmuştuk. Törenlerde hep “Acaba kendisi bunların yapılmasını ister miydi ?” diye kendi kendime soruyorum.  Geride kalanlar genellikle etrafa ayıp olacak diye yapılması gerekenler diye gördükleri her detayı gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Böyle zamanlarda aklıma Mina Urgan geliyor. Dini tören istemediği halde kızının cenaze namazı kıldırarak, İslami usullere uyması ardından, aslında o  ateist değildi, tören istemeyen ateistin namazı kılınmıyor gibi görüşler belirtilmişti. Örnek olarak da Aziz Nesin ve Turan Dursun gösterilmişti. Şanar Yurdatapan’ın noter tastikli vasiyetnamesine imamın cenaze namazı kıldırmasını istemediğini yazdırması, bedenini kadavra olarak tıp fakültesine bağışlaması bu gibi tartışmalara bir örnek. Bir de organ bağışı yaptığı halde ailesi tarafından buna izin verilmeden gömdürülenler var ki bunu da anlamıyorum. Organ bağışı yapmaya karşı birinin organlarını aile onayı ile almak ne kadar etik değilse, bu da o kadar değil.

Dualardan sonraki ikram kısmı da ayrı komedi. Hoca son duayı okurken hemen mutfakta pilavlar, tavuklar hazırlanmaya başlıyor, iyi helva yapanın helva yapması bir gelenek. Tatlının depresif hali azaltmasından olsa gerek bu adet. Yalnız bu aşamada da bir takım densizler çıkıp o kargaşanın içinde “Karabiber var mıydı ? ya da ” Çay alabilir miyiz?” diye sorabiliyor, bir cenaze evinde değil de, bir lokantada olduğunun zannederek. Bu konuda en unutulmaz anım, babamın duasında annemin bir arkadaşının, kahve içtikten sonra fincanı kapatıp,” Fal bakar mısın?” diye sormasıydı. Densizliğin uç noktası! Acıyı arkadaş ve akrabalarla paylaşmak doğal, ama bazen harap olmuş cenaze sahibinin her gelene ölene kadar ki aşamayı anlatıp, o acıyı tekrar tekrar yaşadığını, helak olduğunu görüp üzülüyorum. Böyle durumlarda “Acaba o kişi çok yakınlarıyla daha sessiz bir ortamda acısını yaşasa, daha mı iyi olur?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Herkesin kendi inanç sistemi içinde sessiz sakin dua ettiği, hocalara para verilerek dua ettirilmeyen bir ortam sanki daha özlenesi. Örneğin ben bir gün anneannemin en sevdiği kişileri bir araya getirip, onun sevdiği yemekleri hazırlayıp, ondan söz etmek istiyorum. Herkes onunla paylaştığı anıları anlatsın, mümkünse sevdiği müzik çalınıyor olsun. Bu da benim onu anma günüm olsun.

10997009_10153014527103686_8625081634429937162_n
Anneannem ve ben

Kendi ölüm adetlerimizden söz ederken bir kadın olarak eski Mısır’da yaşasaydım, eşimle birlikte kurban edilip gömülme durumunda da olabilirdim diye düşündüm. Sonra aklıma dizilerde izlediğim küllerin konduğu çiçekler ve resimlerle dolu mekanlar geldi. Bizim ülkede yakılmak istesen doğru düzgün tesis de yok. Bir kez acaba yakılsam nasıl olurdu, küllerimi kavanozda mı saklardınız? diye sorduğumda, eşim “Yok seni doldurup odanın bir köşesine koymayı düşünüyoruz, oradan seyredersin her şeyi” demişti. British Museum’da mumyaları incelerken doğal olarak pek çok da kedi mumyasına rastlamıştım. Hayvanları öldükten sonra doldurtup evlerinde saklayan kedi köpek sahipleri ile ilgili bir de belgesel izlemiştim. Dünyada ne kadar çok insan varsa o kadar da çok inanç ve çeşitlilik var. Örneğin Avustralya’da yaşayan aborjin Dieri’ler ölen akrabalarının kol, bacak,yüz ve karınlarının yağını yiyorlar. Bu bir çeşit ölüye saygı işlemi. Ölen kişinin gücünün yiyen kişiye geçeceği inancını da içinde barındırıyor.

1931058_29231183685_6776_n
British Museum kedi mumyalarıyla

Ölüm benim için bir son değil, bir geçiş. Ruhun ölümsüzlüğüne inanıyorum. Bedenin bir kılıftan başka bir şey olmadığını düşünüyorum. Okunan dualar ölenden çok kalanlar için. Ziyarete gittiğimiz mezarlıklar da kimsenin vazgeçilmez olmadığını bize hatırlatan mekanlar. Daha önce mezarlık gezmeyi çok sevdiğimi, özellikle Osmanlı mezar taşlarının ilgimi çektiğini anlatmıştım. Şimdilerde şehirlerde yeşil kalan son yerlerin mezarlıklar olması da oraları sevmeme yol açıyor. Yalnız ziyarete gittiğimde koşup para almak için su dökeyim, mezarı temizleyeyim diye  insanı yalnız bırakmayan adamlara sinir oluyorum. Dua edenleri, ya da tefekküre dalanları rahatsız etmek için birebirler. Ara sıra ilginç mezar taşlarına rastgelmek düşündürücü oluyor. Woody Allen’ın mezar taşına yazılmasını istediği ” ( I didn’t deserve this ) “Bunu hak etmedim. ” yazısı kadar ilginç olmasa da, zamanını doldurup gitmiş olan kişilerin hayatından, yakınlarından, hatta çoğu kez işlerinden ve hayata bakışlarından ipuçları barındıran taşlar hayatı sorgulamama neden oluyor.

Yaşarken kendime  Ataol Behramoğlu’nun dizelerini anımsatıyorum sık sık : ” Odan, kitapların duvarda resimler/ Bahardır, bir kuş şarkısını söyler /Sanırsın böylece sürüp gidecek bu/ Nasıl öyle sandıysa senden öncekiler”

* Ölümsüz ve ebedi olan sadece odur.  ( Baki olan yalnız Allah’tır. ) 

 

Not : İstanbul’da Osmanlı Mezarlıkları ve Mezar taşlarıyla ilgilenenler için :

 

1 Comment


  1. // Reply

    Canım kuzenim fikirlerini çok beğeniyorum ve aynı fikirde olmaktan da çok hoşnut oluyorum. Yazılarının hepsi çok güzel.

Leave a Reply to Beyhan Fırat Cancel reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *