Her ne kadar kara trafiğindeki kaza ve ölüm oranları hava trafiğinden fazlaysa da, benim için uçuşlar hep korkutucu olmuştur. Daha çocukken bir uzay gemisi hayal edip, içine de hayvanlardan mürettebat oluşturan bir birey olarak, bu korku en basitinden ayıp denebilecek bir durum, ama yine de ayakların yere basmıyor olması duygusu insanı ürpertiyor.
Daha Malezya ve Endonezya uçaklarının düşüş şaşkınlığı ve gizemini atlatamadan, bu kez de Lufthansa’nın ucuzcusu Germanwings’in düşüş haberi geldi. Her zamanki gibi hazin öyküler ortaya saçıldı. Hele de pilotun birinin kokpitin dışında olup, kapıyı yumruklaması gibi detaylar, acaba yine bir pilot kendi kendine intihar edeceğine milleti de peşinden mi sürükledi sorularını akla getiriyor. Bir değişim programından dönen lise öğrencilerinin de uçakta bulunuyor olması çok üzücüydü.
Benim uçağa binmem nispeten geç olsa da, uçak kazaları izleme tarihim daha eskidir. İnsanlar olarak uçan nesnelere hayretle bakmamız, hatta birinin dikkatini dağıtıp, şaşırtmak için ” Aaa kuşa bak!” gibi cümleler kurmamız yerçekiminin gücünden mi, yoksa uçmayı mucizevi saymamızdan mı bilemiyorum, ama bana uçakların uçma nedenini, tekniğini, bilimini ne kadar anlatırsanız anlatın o koskocaman çelik yığınının uçması bana mucize gibi geliyor. O süreçte içinde bulunmak da beni hep korkutuyor.
Korkuyla anımsadığım ilk kaza 1974 yılında Ankara yolcu uçağının Ermenonville ormanlarına düşmesi ile oluşan, 346 kişinin canını alan kaza. TK 981 Uçuşu. Ormanda dallara asılı giysi parçaları hala gözümün önünde. O zamanlar DC 10’lar sıklıkla düşerdi. O uçağın kargo kapısındaki arıza nedeniyle düştüğü söylenmişti. DC 10’ların kargo kapak sorunu başka uçaklarda da kendisini göstermiştir.
Paris kazasıyla ilgili zihnime kazanmış bir başka görüntü Hostes Rona Altınay’ın mezarıdır. Aşiyan Mezarlığını gezme turlarım sırasında onun mezarını görmüş, çok da etkilenmiştim. İçi boş ve sembolik de olsa, üzerinde ölüm tarihi ve resmi bulunan bu mezar görenlerin ürpermesine yeter de artar bile.
1975 yılında Yeşilköy’de denize düşen TK 345 sayılı İzmir İstanbul uçuşunun öyküsünü de Beklerken isimli kitaptan okumuştum. Pek çok uçak kazasının nedenleri ve sürecini anlatan National Geographic uçak kazası araştırma filmleri de sıklıkla izlediklerimden. Madem korkuyorsun, ne diye bunları izleyip duruyorsun diyeceksiniz. Bu benim hipokondriak olup, doktorlu dizileri izlemem gibi bir şey sanırım. Uçağı ben kullansaydım, hiç korkmayacağımdan eminim. Kontrol manyağı olmanın bir göstergesi de olabilir bu.
Uçak kazası istatistiklerine baktığımızda, pilot hatası %32 ile en üstte. Hava durumu kaynaklı pilot hataları % 16, mekanik ilintili pilot hataları da %5 iken ( ki pilot hataları toplamda % 53 oluyor bu durumda) diğer insan kaynaklı nedenler yüzde 6, hava durumu % 12, mekanik hata % 20, sabotaj % 8, diğer nedenler % 1 olarak saptanmış. Terör gibi nedenlerle havaalanlarında didik didik aranmamıza karşın, sonuçta uçaklar daha çok gayet güvenli bir biçimde uçağa binen , uçağın en önemli adamları yüzünden düşüyor demek ki. Bir ameliyat olurken nasıl çaresiz bir biçimde baygın o masada yatıp, kendinizi doktorun ellerine bırakıyorsanız, burada da pilota emanetsiniz. Üstelik ameliyata giren doktoru seçmeniz gibi bir durum varken, çoğunlukla havayolunuzu seçseniz bile pilotunuzu seçemiyorsunuz.
Uçak kazalarının hangi aşamada gerçekleştiğine bakarsak istatistikler, taxi yaparken, park ederken, yüklemede yüzde 0, kalkış % 16, ilk, sığ tırmanış %14, flaplar açık tırmanış % 13, seyir halindeyken % 16, alçalırken %4, ilk yaklaşma %12, son yaklaşma % 13, iniş % 12 olarak saptanmış. Buna rağmen uçak kazaları iniş ve kalkışta daha fazla olur diye bir inanış olduğundan, benim gibi korkan pek çok insan iniş ve kalkışlarda, daha çok da kalkışlarda hosteslerin gözünün içine bakıyor. Ne zaman ki yerlerinden kalkıp, servise başlıyorlar, benim gibi pek çok kişi derin bir oh çekiyor.
Bir uçağın düşmesine neden olan en tuhaf olaylardan biri 2010 yılında Filair uçuşlarından birinde, Bandundu’da Demokratik Kongo Cumhuriyetinde gerçekleşmiş. Yolcunun biri spor çantasının içine bir timsah saklamış.Timsahın kaçmasıyla uçakta bir panik olmuş ve yolcuların hepsi uçağın bir tarafına yığılmış. Bu da dengesizlik oluşturunca, uçak düşmüş ve 21 yolcusundan 20 tanesi ölmüş.
Uçak kazası denilince akla gelen bir başka unutulmaz kaza Uruguay Hava Kuvvetlerinin Uçuş 571, ya da And Dağları uçak kazasıdır.1972 yılında 45 kişiyi taşıyan uçak And Dağlarında düşmüş, hayatta kalan 16 kişi iki ay geçtikten sonra kurtarılabilmiştir. Hayatta kalanlar çok kısa bir süre ellerindeki yiyeceklerle idare etmiş olsalar da, karla kaplı dağlık arazide yaşayabilmek için arkadaşlarının cesetlerini yemek zorunda kalmışlardır. Aralarından Nando Parrado 2006 yılında yayınlanan Miracle in the Andes: 72 Days on the mountain and My Long Trek Home adlı kitabında şöyle der :
- “Yüksek rakımda vücudun kalori ihtiyacı astronomiktir… açlıktan ölüyorduk ve yiyecek bulma umudumuz da kalmamıştı, ama açlığımız o kadar arttı ki yine de aramaya devam ettik… tekrar tekrar uçağın gövdesinde kalmış kırıntıları aradık durduk. Bavulların deri kısımlarını koparıp yemeye çalıştık. Bu maddelerdeki kimyasalların bize yarardan çok zarar vereceğini bile bile… Koltuk oturaklarını saman buluruz ümidiyle parçaladık ama içinden sadece yenmesi mümkün olmayan koltuk süngeri çıktı. Tekrar tekrar aynı sonuca varıyordum kafamda: Eğer üstümüzdeki elbiseleri yemeyeceksek burada alüminyumdan, plastikten, buz ve kayadan başka hiçbir şey yoktu. (94-95)”
- Bu kazayla ilgili İngilizce ve İspanyolca resmi bir internet sitesi de bulunmakta ve kazadan kurtulanlar ve ölenlerin anısı için düzenlenmiş :
- http://www.viven.com.uy/571/eng/default.asp
Benim uçuşlarıma gelince, kısa süreli uçuşlarda seyir haritasına bakıp, gözüm saatte ne kadar kaldığını gözetleyip duruyorum. Bazen çok kısa uçuşlarda bir kahve ile kek zamanın çabuk geçmesine yol açıyor. Londra gibi 3-4 saat süreli uçuşlarda yanıma aldığım kitabı okuyup, bazen bir film seyrediyorum. Ama son zamanlarda 11-12 saatlik uçuşlar yaptık. O zaman saate bakmanın bir anlamı yok. O uçuşlarda önemli olan türbülans olmamasına dua etmek, bir de şanslıysanız ayaklarınızı uzatabileceğiniz bir yerde oturmak. Daima aynı konumda kalmamak gerekiyor, yoksa tutulup kalıyorsunuz. Bu gibi uçuşlarda yanıma en az üç kalın kitap, not tutabileceğim bir defter, son zamanlarda Korece çalışma kitaplarımı alıyorum. Son uzun uçuşumda Amerikan filmleri yanısıra bir Japon, iki de Kore filmi izleyerek zaman geçirdim. Uzun uçuşlarda çoğu kez farklı müzik seçenekleri de oluyor. 11 saatini türbulansla geçirdiğimiz Singapur dönüş uçuşunda, uzun uçuştan az etkilenelim diye dakika başı su dağıtmışlardı. Herkes tuvalete gitmek istediğinde de “Lütfen ayağa kalkmayın, türbülans var, kemerlerinizi bağlı tutup oturun.” dediler. Bir noktadan sonra kimse türbülans filan dinlemedi tabii. O uçuştan sonra artık uzun uçuş yapmayacağıma söz vermiş olmama rağmen bu sözümü ancak bir yıl tutabildim.
Uçmaya gelince Kaptan James Tiberius Kirk “Eğer insan uçabilecek olsaydı kanatları olurdu, dediler. Ama uçtu. Uçması gerektiğini keşfetti.” diye başlayan konuşmasıyla bence bu işe son noktayı koyuyor. Gerisi benim gibi ödleklerin sakinleşmeyi öğrenmesine kalmış.
*https://www.youtube.com/watch?v=toG6aSQFF7Y