Amerika’ya uçmadan önce uykusuz kalacağımız kesinleşmişti. Saat yarımda Internetin başından ayrıldığımda hem fırının, hem de çalar saatin alarmını kurmuş, iki saat olsun uyuyabilmek için hazırdım.
Saat 03.00’de, daha doğrusu gece yarısı üçte saatler çalmaya başladığında önce koşup onları kapattım, sonra yeniden yatağa girip çarpıntımı geçirmeye karar verdim. Bu arada Hüsam’ı da uyandırmıştım. Saat. 03.15’te bir gıcırtı ve sarsıntıyla kalktım. 3-4 saniyelik bir deprem. Hüsam da hissetmiş. Burak ise mışıl mışıl uyuyordu. Hemen TV’yi açıp Işıkara’yı beklemeye başladım. Bir yandan da giyiniyordum. 03.30’da Burak’ı da uyandırmış ve giyinmiş olarak aşağıya inmeden önce son haberleri aldık. Merkez Adalar ve 4.2 şiddetinde. Bu arada pek çok komşunun aşağıya indiğini gözlemledik.
Yılmaz Bey saat 03.00’de gelmişti zaten. Son hız yola çıktık. Saat altıda havaalanındaydık. Epeyce kalabalıktı. Burak hemen uçaktaki çocukların ellerinde Pokemon kartlarını gördü ve hayıflandı.
Yolculuğumuz yorucu geçti sayılır. Aralarda hava boşlukları olması pek çok yerde kemerlerimiz bağlı uçmamıza yol açtı.
Yarı uyuklaya, yarı kitap okuya yolculuğu tamamladık. Yol boyunca iki kitap bitirdim. Bir tanesi Ahmet Altan’ın bir romanıydı. “Yalnızlığın Özel Tarihi” Bence güzel bir romandı. Üç kişinin ağzından ki iki tanesi aynı kişinin, romanın kadın kahramanının eylemleri ve düşünceleri olarak ayrılmış, sırayla giden bir düzende ifade edilmişti. Seks detaylarının açıklıkla verildiği bölümler özellikle dikkatimi çekti. Çünkü daha çok kadın kahramanın düşünceleri gözetilerek yazılmıştı. Erkeklerin bu alanda genellikle başarısız olduğunu düşünüyorum. Ama Ahmet Altan’ı başarılı buldum. Hatta acaba biseksüel eğilimleri mi var, ya da her sevgilisini ince ince deşiyor mu diye düşündüm. Sonuncusu daha muhtemel geldi. Aslında Goriot Baba’da hiç baba olmayan Balzac tarafından yazılmış sağlam bir karakter. Bu empati ile olabilecek bir şey mi? diye sordurtuyor insana. Okuduğum ikinci kitap Henry Miller’in “Hoki San’a Mektupları”ydı. Henry Miller 75, Hoki San ise 28 yaşındayken başlamış ilişkileri. Mektuplar ilginç. Yaş farkının insanı nasıl kepaze ettiğini görebiliyorsun. Yoksa sadece aşk mı demeliyim, kepaze eden yani. Aklıma Cemal Süreyya geliyor, “Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya / Yoksa gururlu bir kişiyim aslında inan ki.” der.
Philadelphia havaalanına indiğimizde rengarenk bir film karesinin içine düştüğümüzü sandım. Siyahi ve kilolu bir kadın polis, kapı önünde arabaların geçişini düzenliyordu. Hemen hemen herkes kiloluydu. Hüsam National Car’dan bir araba kiraladı. 925$ iki hafta için. Bir Pontiac. Oldukça lüks bir araba. Sonra Amerika’da Pontiac’a zenci Mercedes’i dendiğini öğrendik. Havaalanından otele gitmek üzere yola çıktık. Yolda pek uyuyamadığım için kısa sürede uyuyakaldım. Kısa bir süre sonra Atlantic City’nin ışıklarıyla uyandım.
Otelimiz Atlas Okyanusu kıyısında 1927 yılında inşa edilmiş olan Ramada. Biz yedinci katta kalıyoruz ve pencereden okyanus gözüküyor. Bu çok heyecan verici. Çünkü bugüne dek okyanusu sadece atlas ve haritalarda gördüm.
Bir salon ve bir odadan oluşan dairemiz bize oldukça küçük geliyor. Daha önceki gezilerimizde hep umduğumuzdan büyük yerlerde kalmıştık. Dairede tek tuvalet var. Hemen hemen her ayrıntı düşünülmesine karşın saç kurutma makinesi akıllarına gelmemiş. Bunun için söyleniyorum. Kronik sinüzit problemim var çünkü.
Bulaşık makinesi, buzdolabı oldukça eski Kenwood marka şeyler. Lufthansa, gelirken havalandırmayı açıp bizi dondurmuştu, otel odası da soğuk. Kısa bir şaşkınlıktan sonra klimayı kapatıyoruz ve cumba yatak.
Burak salonda yatmaktan hoşnut değil. Şimdiye kadar hep kendi odası olmuştu çünkü. “Bu haksızlık ama” diyor.
8 Temmuz 2000
Sabah erkenden kalkıyorum. Saat beş filan olmalı. Saatimi henüz ayarlamadım. Türkiye’de 12.00. Sanırım gidene kadar saatimi değiştirmeyeceğim.
Giyinip yürüyerek markete gidiyoruz. Kendimize kahve ve kahvaltılık alıp okyanus kıyısında yürüyerek yiyoruz. Telefonlarımız çalışmıyor. Devamlı
“Şebeke yok” lafı.
Yakında üç adet Mall varmış. Bunlardan en büyüğü olan Hamilton Mall 20 mil uzaklıkta. Onu seçip gittik. Gerçekten büyük bir şey, pek çok mağaza gezdik. Birçok üründe indirim de var. Alışveriş edeceğiz sanırım. Bu arada bir de markete uğrayıp yiyecek alışverişi yaptık. $.100 tuttu. Peynir pahalı ve bizim damak tadımıza da uymuyor. Yine de bir şeyler aldık. Burak’a ucuz bulduğumuz bir sandalet aldık. Burada ayakkabılar ucuz. Sanırım kendime de alacağım.
9 Temmuz 2000
Bugün bizimkilerin evlilik yıldönümleri. Eğer babam yaşıyor olsaydı, bugün 41. Evlilik yıldönümlerini kutluyor olacaklardı. Bugünü Ali ağabeyi hastanede ziyarete ayırmıştık. O yüzden erkenden yola çıktık. Yollarda her zamanki gibi kaybola kaybola, NY’a vardık. Öğle yemeğini Twin Towers altında bir pizzacıda yedikten sonra hastaneye doğru hareket ettik.
Bizi beklemedikleri için çok şaşırdılar. Ayrıca çok da sevindiler. Zor günlerde insanların yanında olmak onları mutlu ediyor bunu bir kez daha anladım. Ali ağabey kemoterapiden dolayı çok yorgun gözüküyordu ama kendini hiç bırakmamış. Bu hoşumuza gitti. Daha üç dört ay hastanede kalacaklarını öğrendik.
10 Temmuz 2000
Üçüncü günümüzü okyanus, havuz ve yürüyüşe ayırmaya karar verdik. Sabah erkenden kalkıp bisiklet kiraladık. Bir saat boyunca çevrede bisiklete bindik. Uzun zamandır bu kadar uzun süre bisiklete binmemiştim. Uşak’tayken anneannemin yaz tatilinde hediye olarak aldığı kırmızı bisikletimi ve şehrin her tarafında onunla dönenip durmamı anımsadım. Bisiklet seansından sonra okyanus kıyısında yürüyüşe çıktım. Burak ve Hüsam havuza gittiler. Oldum olası havuzlardan hoşlanmıyorum. Kıyı boyunca yürürken çok değişik kuşlar gördüm. Bir tanesi güvercin büyüklüğünde ve ayakları perdeli. Kara kafalı, beyaz-gri tüylü bir şeydi. Bir diğeri ince beyaz-kahverengi benekli bir hayvandı. Hantaldı ve ayakları perdeliydi. Ayrıca bir de sinekler vardı. Kahverengi iri sinekler… Bacaklarımı fena halde ısırdılar. Yine de yürüyüşten memnun kaldım. Ama mayomun kapatamadığı yerler kıpkırmızı yandı. Sanırım fena halde soyulacağım. Herhangi bir krem sürmedim çünkü. Okyanus kıyısından büyük deniz kabukları topladım.
11 Temmuz 2000
Dördüncü gün Ocean Mall’a gittik. Atlantic City’de bir yığın kumarhane var. İnsanlar kumar makinelerine yapışmış durumdalar. Sapıkça gözlerini dikmiş, kolu çevirip duruyorlar. Bir süre onları seyrettik. Manyakça bir şey. Ülkenin her yanından kumar oynamaya gelen insanlar var. Alışveriş yapıp ucuz ve ufak tefek şeyler aldık. Bir kısmı hediye. Deliler gibi alışveriş edilebilir. Burada alınacak o kadar çok şey var ki! Fakat bu işin sonu yok.
Beşinci günün sabahı yine okyanus ve havuz faslı yaptık. Ama öğleden sonra bir parkta konser olduğunu öğrenip araba ile iki saat uzaklıktaki Beach Haven’a gittik. Yollardaki işaretler çok şaşırtıcı. O yüzden devamlı kayboluyoruz. Beach Haven’da Brass Band ‘ın konserini izledik. Parkın gösterilere açılışının 25. yılıymış. Bu konserlerde o nedenle düzenleniyormuş. Konser bittikten sonra kıyıdaki müzeyi gezdik. Bir denizcilik müzesi gibiydi. Oradan kendime bir yüksük aldım, koleksiyonum için. Müzede çalışan kadın Türkiye’den buraya gelmemize çok şaştı. Kocasını çağırıp bizi gösterdi. İsmi Aileen’miş. Kocası ise Douglas. 1962 yılında tüm kasabayı sular altında bırakan çok büyük bir fırtına olmuş. Fotoğraflarını gördük, her yer harap olmuş. Beach Haven’da, otelimizin bulunduğu Brigantine gibi okyanus sahilinde bir ada. Ana karaya köprü ile bağlanmış. Kıyı boyunca böyle adalar görülüyor. Sanırım bunlar daha önce anakaranın bir parçasıymışlar.
Beach Haven’da daha çok zengin beyazlar oturuyorlar. Evler çok güzel ve bahçeleri de var. Düzgün fizikli erkek ve kadınlar gördüm. Sanırım çoğu Aileen gibi İrlanda kökenliler.
12 Temmuz 2000
Az önce yürüyüşten geldim. Bizimkiler yine havuzdalar. Bu kez çok iri martılar ve yine küçük gri perdeli ayaklı kuşlar gördüm ve yine adlarını bilmiyorum. Kendi kendime “Be salak kadın, önemli olan onların güzel kuşlar oldukları ve şu anda da hayatına renk kattıkları, isimlerini öğrenip de ne yapacaksın” diyorum. Ama yine de ne menem kuşlar olduklarını öğrenmek isteğiyle doluyum.
Televizyonda yine tuhaf bir program var. “ Forbidden fantasies” İnsanlar şu ana kadar sakladıkları fantezileri erkek ya da kız arkadaşlarına milletin huzurunda itiraf ediyorlar. Çok komik ve acı. Örneğin ilk çıkan çocuk hep bir bebek gibi davranmak istermiş. Bir bebek bezi takmak ve sevgilisinin bu haldeyken poposuna vurup onu sevmesini hayal edermiş. O halde görüntülerini görüyoruz. Bu görüntüleri bizimle birlikte ilk kez sevgilisi de seyrediyor. Manyak, hasta filan diye bağırıyor. Dehşet içinde gözüküyor. Bunu toptan bir oyun mu yoksa gerçek mi olduğunu merak ediyorum. Bir senedir beraberlermiş. Çocuk stüdyoya bir bebek bezi takmış biçimde geliyor. Kız gözyaşları içinde seyirciler çığlıklar atıyorlar, ıslık çalanlar da var. seyircilerin arasından bir kız kalkıp oğlanın poposuna vuruyor. Çocuk zevkten dört köşe olmuş. Kız ve oğlan kesinlikle ayrılmaya karar veriyorlar. Ya da belki de TV’den aldıkları para ile evlerine gidip mutlu mutlu yaşıyorlardır.
Sahne iki : Bir kadın en büyük fantezisinin çıplak bir şekilde bir hemcinsi – ki erkek arkadaşının yanı sıra bir de kız arkadaşı var- fotoğraflarının çekilmesi olduğunu söylüyor. Sunucu “ erkek arkadaşınız bi-seksüel eğilimlerinizi biliyor mu ?” diye soruyor. Biliyormuş. Hatta eski sevgilisiyle o da beraber olmuşmuş. Ama bu son kadından haberi yokmuş. O anda partner stüdyoya davet ediliyor. Bu arada bu sevimli ( ! ) çiftin bir de bebekleri varmış. Kadın sana bir ilişkim olduğunu itiraf etmek istiyorum diyor. Adam burulmuş bir şekilde “ Neden ?” diye soruyor. İçeriye kadın sevgiliyi davet ediyorlar. Kadın dansçıymış. Özel partilere filan gidiyormuş. Adam bu noktada deliye dönüyor. Küfrederek kadına saldırıyor. İçeri yeni gelen kadın gülmekten yerlere yıkılmış durumda. Ben şaşkınlıktan paralize olmuş bir şekilde seyrediyorum. Allahtan Burak İngilizce anlamıyor. Her neyse adam sinirlerine hakim olamayıp stüdyo dışına kaçıyor. Kadın soyunup, öbür kadının üzerine uzanıyor. Bir fotoğrafçı bunların fotoğraflarını çekmeye başlıyor. Adam sahne gerisinden gelip sevgilisini çekiştire çekiştire stüdyo dışına çıkarıyor. “Bu şekilde nasıl bir çocuk yetiştirebileceğimizi sanıyorsun ?” diyor. Kadın “Ben buyum” diye itiraz ediyor. Adam “Çocuğunu da alıp, cehenneme kadar git” diyor. Niye çocuğu alıp, kadına cehenneme kadar git demiyor merak ediyorum. Hani kadın çocuk yetiştiremeyecek bir kadındı ? Salak karının salak çocuğu muamelesi. İçim sıkılıyor. Bir saçmalık daha çekemeyeceğim. Televizyonu kapatıyorum. Sabah sabah çocukların karşısında insanların bu saçma sapan fantezilerini paylaşmaları bana doğru gelmiyor. Bu sanki toplumca zor kabullenilir olan düşünceleri yaygınlaştırıp, kabul edilebilir kılma yolunda bir adım gibi geliyor bana. Oradaki kalabalık ise arenadaki seyirciler gibi bağrışıp çağrışarak deşarj oluyorlar. Yakında bu tip bir programı Reha Muhtar Türkiye’de yapmaya başlarsa hiç şaşırmam.
13 Temmuz 2000
Bugün Philadelphia’ya gitmeye karar verdik. Hemen yola koyulduk. New Jersey yol işaretleri korkunç. Bu yüzden kocaman bir yol atlasımız olmasına karşın sık sık kayboluyoruz.
Şehrin tarihi bölümünü gezdik. Özgürlük beyannamesinin ilk ilan edildiği binaları ve meclisi gezdik. ABD nin kuruluşunu simgeleyen Özgürlük Çanı’nı gördük. Oradan Gülgün’e koleksiyonu için bir çan aldım. Güzel bir gündü. Yollarda da epeyce dolaştık. Dunkin and Donat’tan ve donat ve bagel alıp yedik. Yine kaybola kaybola geri döndük. Yarın Ramada Inn’deki son günümüz.
14 Temmuz 2000
Bugün Burak’ın doğum günüydü. Toparlanıp yola koyulduk. Yarın kuzenim Enis ile buluşacağız. Monmouth’a yakın bir yerde kalmamız gerekiyor. New Brunswick’i seçtik. Fakat oraya gidene kadar yollarda devamlı kaybolduk. Giderken ben de araba kullandım. Pontiac 2000 marka arabamız çok lüks. Koskocaman bir şey ama National Car’deki en küçük arabaydı. Buna rağmen benim Polo ile karşılaştırınca bayağı hantal. Ama kavrayışı iyi. Her yerde kolaylıkla park yeri bulunuyor. Yollar da çok geniş. Tek sorun en fazla 70-80 ile gitme izni olması. Bu da insanı çileden çıkarıyor. New Jersey eyaletinde radar dedektörü kullanmak yasak değilmiş. Dolayısıyla insanlar bu dedektörleri alıp hız yapabiliyorlar. Yine de paralı yollar haricinde 80-100 ün üstüne çıkan insanlar görmedim. Herkes gayet sakin bir şekilde araba kullanıyor. Hız göstergesini daima kontrol etmek hiç hoş değil.
Epeyce bir otel dolaştıktan sonra (Ramada, Hilton ve iki otel daha) en sonunda koskocaman bir yatağı olan bir otel bulduk. Geceliğine 70 $ verdik oda başı. Gece oldukça rahat geçti.
Yolda bir Mall’dan kendime 3 CD içeren bir Big band koleksiyonu aldım. Arabanın CD’sinde dinlemeye başladık.
15 Temmuz 2000
Sabah Monmouth’a gitmek üzere erkenden yola çıktık. Enis ile saat onda buluşmak üzere sözleşmiştik.
Yolda çok güzel evlerin olduğu bir yerden geçiyoruz.
Tarifi üzerine evini bulmak pek zor olmadı. Küçük bir bahçe içinde sevimli bir ev. Yağmur yağıyordu ve saat onda evinin kapısındaydık.
Başta çekingen görünmesine karşın giderek açıldı. Birlikte Porto şarabı içtik. Büyükçe tek bir kadeh içmeme karşın beni fena vurdu. Bir saat boyunca başım döndü. Enis kendinde de aynı etkiyi yaptığını söyledi.
Oradan buradan konuştuk durduk. Enis tahminimden uzun boylu, duyarlı ve çekingen bir yapısı var gibi ve de gizemli. Sırlar taşıyan insanları severim. Bundan önce bir kez İstanbul’da anneannemde karşılaşmıştık. Bize evini ve bahçesini gezdirdi. ODTÜ Endüstri Mühendisliğini bitirdikten sonra master yapmış ve bir süre Kanada’da kalmış. Daha sonra ABD’de Monmouth’daki kalede iş bulmuş. Enis Amerika doğumlu olduğu için Amerikan vatandaşlığı var. Annesi bir dişçi randevusundan sonra kendisini iyi hissetmediği için gelemedi. Onunla telefonda konuştuk.
Daha sonra Enis bizi bir Moğol lokantasına götürdü. Çin, Moğol ve Japon yemekleri de yapan bir restauranttı. Sushi ve ilginç Moğol yemekleri tattık. Açık büfede daha önce görmediğimiz pek çok yemek vardı. Enis bir de pasta almış. Burak ile doğum günleri iki gün ara ile. Doğum günlerini kutladık, her şey çok güzeldi.
Öğleden sonra Enis’in evinden ayrılarak, 6 saatlik bir mesafede New Jersey eyaletinin kuzeyinde McCafee’ ye doğru yola koyulduk. Ayrıldığımızda yolu bulmakta bu denli zorlanacağımızı düşünmüyorduk. Tepelere tırmana tırmana bir hal olduk. En sonunda bir benzinciden otele telefon edip yolu sorduk. Sonunda otele ulaştığımızda yorgunluktan ölmek üzereydik. İşte Mcaffee. Burası Mountain Creek kayak merkezinin olduğu yer. Kapkaranlık bir cangılda koskocaman bir tesis. Ramada’ da olduğu gibi küçük bir oda beklerken bizi üç ayrı daireden oluşan neredeyse 350 m2’lik yan yana üç ayrı odaya yerleştirdiler. Bizim yatak odamızdan Burak’ın odasına yürümek beş dakika alıyordu. Odalar ortak bir salon ve mutfak ile bağlanıyor. Üç ayrı tuvalet ve banyo var. Üç adet TV, kocaman balkonlar ve dışarısı yemyeşil tepelerle çevrili. Şaşkınlıktan küçük dilimizi yuttuk. Tabii Burak her zamanki gibi ağlamaklı bir ifadeyle bizden bu kadar uzakta yatamayacağını ve korktuğunu ifade etti. İki ayrı dış kapı var. Gerçektende içerdeki odada birini boğazlasalar yatak odamızdan duyulacak gibi değil. Milyonlarca çekmece ve dolaba yerleşip banyo yaptıktan sonra TV seyredip yattık.
16 Temmuz 2000
Sabah kalkıp market alışverişi yaptıktan sonra yakındaki mall’ları dolaştık. Butler diye bir yere gittik. Burada mesafeler epeyce uzak. Dolayısıyla NY City’’e umduğumuz gibi her gün gidemeyeceğimizi düşündük. Bugün geç olduğu için market ve mall gezintisiyle yetindik. Burası New Jersey’in en üst kısmı. Resmen dağın tepesi. Kayak yapılıyor, tabii kışın. Öğleden sonra Burak ve Hüsam havuza girdiler.
17 Temmuz 2000
Sabah çok erken kalkamadık. Saat on buçukta kalkıp Newark’a gittik. Arabamızı park yerine koyup (9$), New York’a Manhatten’a geçtik. Penn istasyonundan NY 15 dakika kadar sürüyor. Oradan metro ile Doğal Tarih Müzesine gittik. (Museum of Natural History) subwayleri çözebilmek çok zor. Ona buna sora sora gideceğimiz istasyonu bulduk. İnsanlar da çok ilgili bize yardımcı olana kadar uğraşıp durdular. ) Müzeye vardığımızda saat 13.30’du ve kapanmasına 4 saat vardı.
Çok geniş bir müze, hemen hemen her yeri gezdik. Ben Maya ve İnka uygarlıklarını atlamışım. Ama Avusturya’da Viyana’da gördüğüm gezici sergi buradan bir şeyleri de kapsıyordu. Oradan kapanış saatinde çıktığımızda küçük bir kültür şoku içindeydik ve mutluyduk.
Daha sonra Central Parka gittik. İki üç saat yürüdük. Fotoğraflar çektik. Dondurma yedik. Çok hoş bir gündü.
Geç vakit tesise döndüğümüzde hepimizin ayakları şişmişti ve çok yorgunduk. Banyo yapıp geniş yataklarımızda uzandık.
18 Temmuz 2000
Sabah New York’a gitmeyi gözümüz yemediği için etrafta bir yerleri dolaşalım dedik. Öylece bir yola girdik. Bir süre gittikten sonra her yerde Mahwah şu kadar mil tabelaları görmeye başladık. Bu Mahwah biz duymasak da herhalde güzel bir yerdi. Zaten tüm tabelalar Mahwah’ı gösterdiğine göre gidilmesi gereken yer de orasıydı.
Mahwah, New York New Jersey sınırına yakın bir yerdeydi. Gelir gelmez koskocaman Mall’ların olduğu bir alana geldik. Hemen birinde gezmeye başladık. Hani giyim kuşama çok düşkün bir tip olsam sanırım buradan dönmeden önce iflas bayrağını çekmiş olabilirdik. Ama benim merakım daha çok kitap ve CD’lere.
Bir mall’ın önünde bir Türk’e rastladık. Green kart çekilişini kazanmış. Burada İngilizce kursuna gittiğinden ve kendine ev tuttuğundan bahsetti. Bir İtalyan lokantasında çalışıyormuş. Bize içecek bir şeyler ikram etti. Çalıştığı lokanta henüz açılmamıştı. Buraya ilk geldiğinde hemşehrilerinin ona hiç yardım etmediğinden, ama sonra kendine çeki düzen verdiğinde de onu kıskandıklarından yakındı. Bir araba almış, ev tutmuş, parasını idareli kullanıyormuş. Onlar bunu yapamadıklarından hasetlik yapıyorlarmış. Türklerle konuşmaktan çok memnun oldu. Zaten New Jersey’de pek çok Türk yaşıyor. Mall ya da marketlerde gezerken Burak bizi kaybediyor ve “Anneee” ya da “Babaaa” diye bağırmaya başlıyor. Mutlaka bir Türk tezgahtar ya da müşteri oluyor etrafta sesini duyup hemen konuşmaya başlayan. Orada başka bir yerlerde yemek yiyip, dükkanları gezdikten sonra tesise geri dönüyoruz.
19 Temmuz 2000
Sabah erken kalkıp New York’a gitmek üzere yola koyulduk. Bu kez hedefimiz Metropolitan Sanat Müzesi.
Müze çok büyük ve her bir bölümde milyonlarca obje sergileniyor. İnsanın başı dönüyor. Hepimiz bir yana dağıldık. Yakındoğu kültürü, Aztek , maya , inkalar, Afrika bölümü her bir parçanın önünde dakikalarca durulabilir ama daha görecek çok şey var. Ben daha hızlı gezdiğim için onlardan ayrıldım. Burak kah benim kah babasının yanındaydı. Islamic Arts Bölümü Hüsam’ın en çok gezmek istediği bölümlerden biriydi. El yazması eserlerden dolayı. Ama bekçi eksikliğinden müzenin bu bölümünün geçici olarak kapatıldığına dair bir uyarı okuduk. Belirli günler açıyorlarmış. Bu Hüsam’ı yıldırmadı. Hemen yetkiliye gidip bizim bunları görmek için taaa Türkiye’den geldiğimizi söyledi. Onlar da sadece bize özel izinle bölümü açtılar yanımıza da bir bekçi verdiler ve o bölümü gezebildik. Son bir saat içinde yanı başımda olan Burak’ı kaybettim.
Uzun süren müze gezimizden sonra dört katlı bir oyuncakçı mağazasına girdik. Burak, Star Wars oyuncaklarından aldı. Artık modası geçmekte olmasından mıdır nedir, epeyce bir indirim vardı. Dönüşte bir İtalyan Lokantasında yemek yedik. Pizza sevgimizden geriye duba gibi dönmekten korkuyorum. Central Park’ta kısa bir dinlenme. Herkes çimenlerin üzerine uzanmış. Herkes kilolu, herkes şortlu. Burada kilolu olmayan insanlardan ve de güzel giyinmiş, sadece Manhattan’da gördüğümü düşünüyorum. İş çıkışı ellerinde şık çantaları hızlı hızlı yürüyorlardı. Hepsi Amerikan filmlerinde gördüğümüz o genç, zengin, yakışıklı ya da güzel tipler. Ama NY’un dahası Amerika’nın geri kalanı toplu. Çok yiyip çok içiyorlar, hem de hızlı. Fast food satan mağazalarda bizim menü diye yediklerimiz bunların yediğinin yanında fındık kabuğu gibi.
Bu gezi yazısının dönüş kısmı nerede bulamadım. Ya pek çok günlükten birinin içinde, ya da ölüp giden Mac’imden kurtaramadığım yazılardan biriydi. Bulduğum kadarını da paylaşmadan edemedim. Tekrar okuduğumda o günlerden bu günlere düşüncelerimin çok değişmiş olduğunu fark ettim. Ama bu da 2000’lerden bir kesit işte.