“…
Sana uzak memleketlerden bahsedenlerin
Dili tutulsun
Sana bir incir yaprağına bakmasını öğreteceğim
Kendi avuçlarının içinde seyahati
Ve gökyüzünün her yerde mavi olduğunu öğreteceğim. ”
Oğlu Mehmet’e yazdığı şiirlerden birinde böyle diyor. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Artık gökyüzü her yerde mavi değil belki. Yine de kendi avuçlarının içinde seyahati becerebilenler dimdik ayakta kalıyorlar gibi geliyor bana.
Ben bu sene uzak bir yerlere, Finlandiya’nın Tampere şehrine gittim tatile. Çoğumuzun yurt dışı gezilerinde olduğu gibi de bir yığın “Neden bizde böyle?” ve “Ne yapmalı?” sorularıyla geri döndüm.
Yola Çıkış
Tüm gece uyuyamadım. Ha kalktık, ha kalkacağız diye saat ikiye doğru dalmışım. Saatin ziliyle sıçradım. Havaalanına vardığımızda dört olmuştu bile. Lufthansa kuyruğunda bir saat beklememiz, daha da gerginleşmeme yol açtı. Saat altıda uçağımız kalktı.
Finnair’in, seferlerini kaldırmış olması bize neredeyse bir gün kaybettirdi. Finlandiya’da Tampere şehrine gitmek istiyoruz dediğimizde, turizm acentelerinin bize çizdiği rotalar şaşırmamıza, sonra da sinir içinde gülmemize yol açmıştı. Üç uçuştan az ulaşabilmemiz mümkün değildi Tampere’ye. Sonunda Frankfurt – Stockholm – Tampere hattına karar vermiştik.
Türbülans olması kemerlerimiz bağlı uçmamıza yol açtı, yer yer yağmur yağıyordu. İkramlar kötüydü, ekmekler bayat, yemekler tatsızdı. Pek bir şey yiyemedim. Üç saat sonra Frankfurt’a ulaştık. Havaalanında üç saat geçirdikten sonra, Stockholm’ a uçmak üzere yeni bir uçağa bindik. Hosteslerden biri esmer, saçları örgülü, kalkık burunlu bir kızdı. Burnu kalkık olmasa Türk diyecektim, belki Hollandalıdır diye düşündüm. Bir ara yanımıza gelip “Siz Türk müsünüz” diye sormaz mı ? Garip bir sevinç duydum. Gurbet ellerde bir Türk havasına girecek kadar da olmamıştı ama, bu bizim doğamızda var galiba diye düşünmeme yol açtı. Stockholm’de de bir saat geçirdik. Tampere’ye gitmek üzere yola çıktığımızda SAS ve Lufthansa’nın işbirliği ile gittiğimizden bir SAS uçağına bindik. Uçak, Ulusoy otobüslerinden bile küçüktü, 35-40 yaşlarında “Burda” nın hafif tombul, orta yaş modellerini sergileyen mankenlerine benzeyen tek bir hostesi vardı. Pilotlar ise, balığa çıkmış üç arkadaş gibiydiler. Yine de rutin ikramlar yapıldı, oğlum heyecanla beklediği oyuncağına kavuştu. Titreye titreye Tampere’ye ulaştık. İnişe geçtiğimizde yerin benek benek göllerle kaplı görüntüsü pek hoştu. Minik bir havaalanına indik.
Gümrükteki bayan görevli bizi önce uzun uzun süzdü. Ben kızıl saçlılığımla görünüşü kurtarıyordum, ama eşim ve oğlum koyu renk saçları ve gözleriyle ellerimizdeki Türk pasaportunun hakkını veriyorlardı doğrusu. Hemen fısıltılı bir telefon trafiği başladı. Gören de Fincenin evrensel bir dil olduğunu sanırdı. Anladığımız kadarıyla elçiliğe telefonlar edildi, yarım saatin sonunda artık iyice sinirlenmeye başladığımız sırada “Welcome to Tampere, have a good holiday “ denilebildi.
Bir taksi tutup otelimize doğru yola çıktık. Taksi devasa bir Mercedes’ ti. Şoför hiç İngilizce bilmiyordu, işaret ile de olsa derdimizi anlatıp bir döviz bürosundan Fin Markası aldık. Oradan ver elini otelimiz.
Resimlerini önceden gördüğümüzden, otel sürpriz olmadı. Otel eskiden bir iplik fabrikasıymış. Şehirdeki pek çok eski fabrika gibi, yeni bir işleve kavuşturulmuş: “Kaplıca otel”. Dairemiz gösterilip, eşyalarımız çıkarıldığında onca yorgunluğa rağmen her bir ayrıntıyı kaçırmaksızın yakalamaya çalıştık. Suitimiz iki katlı, 5 metreye yaklaşan yüksek tavanı ve Näsijärvi gölü ile kıyıdaki marinaya bakan gayet hoş bir manzarası var. Ağustos ayında, İstanbul’un 35 derece sıcaklığından 14 dereceye inince ne yaparız diye düşünmemizi gerektirmeyen bir ısıtma düzeninin yanı sıra, çift tuvalet, banyo, jakuzi, mutfak, salon ve 2 oda. Yatak odasında, içinde ütü ve ütü masası bulunan ayrı bir odacık keşfettim. Raflarda bornozlar, havlular, yedek yorgan ve battaniyeler her boy terlikler var. Otel aynı zamanda kaplıca, şifalı su banyoları ve bitkisel tedaviler içeren kürleriyle ünlü. Bir kısmı normal otel olarak kullanılırken, diğer bir kısmı devre tatil üyelerine hizmet veren daireler şeklinde düzenlenmiş. Bizim kaldığımız yer bu dairelerden biri. Oğlum kendine uyan bir bornoz keşfedip, “Hadi havuza gidelim” diye tutturdu bile. İki televizyondan birini de çizgi film kanalına ayarladı, kaz tüyü yorganların üzerinde yuvarlanıp duruyor.
Tuvaletlerde küçük duşlar şeklinde yıkama aletleri olması gerçekten hepimizi sevindirdi. Dönüşte anlatacaklarımın içinde bu ayrıntı mutlaka yer almalı.
Mutfak da yok yok. Bulaşık makinesi deterjanı ve scotch-brite bile unutulmamış. İşte devre tatilin bu ayrıntılarına bayılıyorum. Hemen filtre kahve yapmak için su ısıtmaya başlıyoruz. Zaten burada bulunduğumuz süre içinde nereye girsek mis gibi kahve kokusu eşlik edecek bundan sonra bize. Her etkinlikte kahve içilen, en çok kahve tüketen Avrupa ülkesi. Çok kahve içmesem bile kokusuna bayılıyorum. Hele sabahları nasıl da bir kahvaltıya çağırışı müjdeliyor. Cemal Süreya’ nın “Kahvaltı” şiirinin dizeleri geliyor aklıma; “Yemek yemek üzerine ne düşünürsünüz bilmem / Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı”
İlk Gün
Sabah erkenden kalktım. Gece kaçta yatarsam yatayım saat beş buçuk – altıda kalkıyorum. Hemen eşofmanımı giyip otel çevresinde bir yürüyüşe çıktım. Önce marina etrafında bir tur. Yakında bir termometre var, hava sıcaklığı 16 dereceyi gösteriyor, hafif yağmur çiseliyor. Otelin arkasına dolanıyorum, yemyeşil ağaçların arasından geçip bir gölete ulaşıyorum. Yaşasın! Bir yığın ördek… Ama ne yazık ki onlara verecek bir şeyim yok. Ama aç da görünmüyorlar. Etrafta kırmızı top şeklinde meyveleri olan, adını bilmediğim ağaçlar var. Hemen bu kırmızı meyvelerden bir iki tane alıp, saklamak üzere cebime koyuyorum. En kısa zamanda bu ağaç önünde bir fotoğraf çekilecek. Eve gidince japonlaşmışmıyım diye aynaya bakmaya karar verip, kendime gülerek geri dönüyorum. Bizimkiler henüz uyanmışlar, uykulu uykulu “Niye bizi de beklemedin ?” diye soruyorlar. “Erken kalkan yol alır” diyorum.
Kahvaltıdan sonra önce İstanbul’a telefon edip, sağ salim geldiğimizi bildiriyoruz. Sonra da yakındaki bir marketten alışveriş ediyoruz. Fiyatlar Türkiye’de ki fiyatlara yakın. Yalnız deniz ürünleri belirgin bir şekilde ucuz. Tabii, meyve, sebze azınlıkta ve kilolarca alınmıyor. Rengarenk böğürtlen çeşitleri olduğunu görüyoruz. Binlerce ekmek çeşidi. Deli oluyorum. Şundan bir tane alalım. şundan da bir tane. Hüsam elimi tutmasa marketteki ekmeklerin tümünü alacağım. “karjalanpiirakka” denilen patates ve pirinç içeren paya bayılıyorum. Artık her çıkışta ondan alınacak. Çeşit çeşit balık alıyoruz. Hepsinden denemeli. Aldıklarımızı otele bırakmamızla dışarı fırlamamız bir oluyor, Şimdi keşif zamanı…
Yolda gördüğümüz her tabelanın sonunda bir “oy“ lafı. Ne olduğunu bir türlü anlamıyoruz. Eşim “Oy anam oy” diyor. “Belki de dertli adamlardır”. İlk fırsatta bir İngilizce – Fince sözlüğe bakıyorum: Inc. yani; A.Ş… Niye aklımıza gelmediğini düşünüp, gülüşüyoruz.
Yürüyebildiğimiz yere yürümeye, yürüyemediğimiz yere otobüs ile gitmeye karar veriyoruz. Araba kiralamayacağız. Böylece şehri daha iyi hissedebileceğimizi biliyoruz. Yollarda ağır ağır seyreden arabalara bakıp, “Niçin hızlanmıyorlar, aceleleri yok mu?” diye düşünüyoruz. Karşıdan karşıya geçerken, durup yol vermeleri bizi tedirgin ediyor. Her an hain bir gülümsemeyle arabaları üzerimize sürecekler sanıyoruz. Hele otobüslerin durup beklemesi bizi öyle utandırıyor ki! Resmen mahcup oluyoruz, koskoca otobüsü beklettik. Şoförler şaşkın ördek gibi koşuşturuşumuza bakıp, kafa sallıyorlar.
Bir turist gibi genel bir geziyle başlayacağız, düşüncemiz bu. Tampere Turizm Ofisinin düzenlediği bir şehir turuna katılıyoruz. Yaklaşık bir saat kırk beş dakika sürüyor. Açıklamalar Fince ve İngilizce. Finlandiya’ da resmi diller Fince ve İsveççe. Ama nüfusun ancak % 6 sının İsveççe konuştuğunu öğreniyoruz. Finliler dil olarak Estonyalılar ve Macarlarla birlikte aynı dil grubuna; Fin-Ugor grubuna bağlılar. Çoğu sarışın, mavi gözlü olan bugünkü Finliler, İskandinav ve Baltık ırkından. Çoğunun iri yarı ve kilolu olduğunu görüyoruz.
İlk durağımız “Pynikki Gözlem Kulesi”. Yemyeşil ormanlık bir alanın ortasında bulunuyor. Uzakta ikinci bir gözlem kulesi olduğunu fark ediyoruz. Bizim ziyaret ettiğimiz eski olanıymış. Her taraf yeşil ve mavi. Manzaraya doyum olmuyor. Kulenin tepesinde rehberimizle İstanbul ve Antalya üzerine sohbet ediyoruz. Güler yüzlü rehberimiz hala gezip gördüğü tarihi yerlerin etkisi altında. Bir kez daha geleceğim diyor. Ağzımız kulaklarımızda…
Näsijärvi ve Pyhäjärvi göllerinin arasında Pynynikki bayırı. 1993’den beri koruma altında, Buzul devrinden kalma. Bir çam ormanı ve çeşit çeşit ağaçların olduğu bir arboretum. Zaten Finlandiya’nın % 70’i ormanlık alan. Niçin bazı insanların böyle güzellikleri hak ederken bazılarının kurak, kıraç topraklarda yaşamak zorunda kaldığını düşünüyorum. Çocukluğumun Türkiye’si ile, çocuğumun Türkiye’sini düşününce, bunda bizim de sorumluluğumuz olduğu aklıma geliyor, korumadığımız, korutmadığımız için.
Pispala bayırı ise minik, güzel ve farklı yapıda evleri barındırıyor. Şehre ilk gelenler tarafından, planlamanın yapılmadığı yıllarda inşa edildiklerinden her biri sahibinin zevkini ve yaşam biçimini yansıtıyor. Ama nasıl da güzeller. Hiçbir sakillik göremiyoruz. Plansızlık harikası İstanbul’u aklımıza getirip tekrar üzülüyoruz.
Şehrin kalan kısmı % 70 apartmanlara yerleşmiş durumda. Ama her birinin çevresinde yeşil alan ve çocuk parkı, hatta küçük göletler var. Çoğunluğu 5-6 katı geçmiyor. Otelimizin yakınında bir apartman dikkatimi çekmişti dün. Tüm pencerelerini kağıtla kaplamışlar. Ne oluyor diye dikkatlice baktığımda boya yapılıyor olduğunu gördüm. Eş zamanlı bir şekilde apartmanımız boyandığından yöneticiye göstermek için fotoğrafını çektim. Görsün bakalım boya nasıl yapılırmış. Her katın penceresinden çiçekler sarkıyor, balkonlar da çiçekten nasibini almış. Bizde olduğu gibi döküntülerini atmamışlar.
Otobüsümüz “Kaleva Kilisesi”ne uğruyor. Rehberimiz heyecanlı. Susmak bilmiyor. Koskocaman ahşap bir bina. Dikine duran bir balık şeklinde. Raili ve Reima Pietilä adlı iki mimar tarafından tasarlanıp, 1966’da inşa edilmiş. Rehberimiz kilisenin bir sanat şaheseri olduğu konusunda çok emin. Biz bıyık altından gülümserken, rehberimizin elinde bir de Türkiye’deki kadar tarihsel malzeme olsaydı, kim bilir ne çok konuşurdu diye düşünüyoruz.
1779 yılında kurulan Tampere, eskiden bir sanayi kentiymiş. Şu anda hizmet sektörü ağırlıklı. Eskiden kalan devasa fabrika binalarını otel, konser salonu, müze ve iş merkezi yaparak değerlendirmişler. Şehirde iki üniversite var. Güzel bir de kütüphanesi var Tampere’nin: Metso. Yine, Kaleva kilisesini yapan mimarlarca çizilmiş. Yukarıdan bakınca, kalkan taşıyan dev bir kuşu andırıyor. İç dekorasyonu Finlandiya’nın mavi, yeşil, beyaz renklerini taşıyor. Ağaçlar ve çalılarla çevrili.
Yol boyunca pek çok tiyatro görüyoruz. 15 kadar olduğunu öğreniyorum. Yaklaşık 200.000 nüfuslu bir şehir için bu rakam oldukça yüksek. Keşke birine gidebilseydik.
Tampere’nin 1999 yılı “Avrupa’da Desteklenmesi Gereken Şehir’ ödülünü aldığını öğreniyoruz. Bu ödülü ilk alan şehir Stockholm. Tampere ise, Finlandiya’da “çevre” bilinci ile yönetilen ilk şehir. Bu ödülün de yardımıyla gelecekte şehrin enerji sistemi, altyapısı, atıklarla ilgili sorunları çözülecek, okullarda yüksek düzeyde çevresel eğitim verilecekmiş. Darısı bizim başımıza diye düşünüyoruz.
Turumuz şehrin geniş ana meydanında sona eriyor. Tüm otobüs bağlantılarının merkezi olan nokta şehrin de kalbini oluşturuyor. Meydan eski güzel binalarla dolu. 1824 yılında inşa edilen “Eski Kilise” en yaşlı bina. Rehberimiz günümüzde Finlilerin çoğunun dindar olmadığını söylüyor. “Old City Hall” ise şimdilerde davetlerin verildiği diğer bir önemli bina. 1890 yılında yapımı sona ermiş.
Alışveriş için biraz vaktimiz kalmış, ama biz hiçbir şeyi koşuşturmadan yapan sakin turistleriz. Onun için taksimize binip otelimize dönüyoruz. Akşam yemeği için hazırlanmadan önce, sırada ailece yapacağımız bir sauna keyfi ve ardından jakuzi var. Küçükken babaannem ile gittiğim Türk Hamamlarını hatırlayarak saunaya giriyorum. Yemekten önce hepimiz küçük bir şekerleme yapıyoruz. Akşam yemeği otelde.
Her zaman yaptığımız gibi farklı yemekler ısmarlıyoruz. Birbirimizin yemeğinden tadacağız ve hepimiz bir başkasının önündeki yemeği daha çok beğenecek, her zaman olduğu gibi… Yemeklerin çoğu içine taze meyveler konarak hazırlanmış, çeşit çeşit deniz ürünleri bolca kullanılmış, çok hafif ve midevi. Yemekten hem gözümüz, hem karnımız doymuş olarak kalkıyoruz. Üstelik hiçbir sıkıntı da duymadan. Yaşasın, kaz tüyü yorganların içine gömülüp uyuyabileceğiz.
Üçüncü Gün
Sabah erkenden kalkıp kahvaltı hazırlıyorum. Kahve kokusu bizimkileri uyandırıyor, hepimiz eşofmanlarımızı giydik. Bu kez otelin arka tarafından Näsijärvi gölünün öbür tarafına dolanacağız, hem de müthiş bir korunun içinden geçerek. Yürüyüş yolunu takip ediyoruz. Yer yer bizim gibi yürüyüşe çıkmış, Finlilere rastlıyoruz. Hepsinin elinde torbalar. Dikkat edince böğürtlen çeşitlerinden ve mantarlardan topladıklarını görüyorum. Göz göze gelince gülümseyerek hafifçe selam veriyorlar. Her taraf yemyeşil, ağaçların dipleri çeşit çeşit renk renk mantarlarla dolu. Bazen çok sık ağaçların olduğu yerlerden geçiyoruz. Bir ara kayboluyoruz. Ortalıkta hiç kimse yok. Sonra göl kenarına geliyoruz. Minik bir kayıkhane. Tekrar yürüyüş yolunu bulduk. Kozalak, taş, çer çöp ne bulduysam topluyorum. Oğlum da benimle beraber. Bunu kendine görev edinmiş bulunuyor. Ceplerimiz tıka basa doldu. Yaklaşık üç saattir yürüdükten sonra yavaş yavaş geri dönüyoruz. Uzun zamandır bu denli oksijen almadığımızın farkına varıyoruz. Öğleden sonra havuz faslı…
İç içe üç havuzdan oluşmuş, kocaman bir alandayız. Masaj yapan jakuziler, şifalı suların aktığı küçük bölümler var. Her birine teker teker giriyoruz. Havuza gelenlerin çoğunluğunu yaşlı insanlar oluşturuyor. Havuz içinde öğretmen eşliğinde jimnastik yapıyorlar. Ağır çekim bir film seyrediyor gibiyiz. Akşama doğru oğlanı zorla havuzdan çıkmaya ikna edip, dairemize geri dönüyoruz.
Dördüncü Gün
Bugün alışveriş günümüz. Gezebildiğimiz kadar çok dükkan gezecek, alınması gereken hediyeleri alacak, alışveriş için başka gün harcamayacağız. Büyük alışveriş merkezleri var. Çok katlı bu binalardan Stockmann, Sokos, Koskikeskus Alışveriş Merkezi ve Anttila’yı geziyoruz. “Laplant Bölgesi”nden gelme çok güzel desenli kazaklar ve ren geyiği kürkleri görüyorum. Ama nerede giyeceğim? Zaten fiyatları da çok fazla. Maskotu minik maymunlar olan çantacı Kipling’te, bir çanta görüyorum. Eski sünnetçi çantalarının minyatür bir örneği. Hayatımın çantası… Hemen satın alıyorum. İstanbul’da indirimden aldığımız “Samsonite” bavulların burada dörtte bir fiyata olduğunu görüp ağlamaklı oluyoruz. Biraz ileride Stockmann’ da, Hüsam kravatlara dalmışken, ben her zamanki gibi kitaplar, CD’ ler, ülke bebeği ve yüksük koleksiyonum üzerinde yoğunlaşıyorum. Hemen hemen herkese de birkaç ufak hatıra eşya almaya çalışıyoruz. Hemen hemen her mağazanın ev eşyaları bölümünde ne çok sauna malzemesi var. Geleneksel Fin kültüründe çok önemli bir yeri olan sauna, hemen hemen her ev ve apartman dairesinde varlığını sürdürüyor.
Dönüşte “Haliç Restaurant” diye bir tabela dikkatimi çekiyor. Bir kebabçı. Hemen içeri dalıp “merhaba” diyoruz. Esmer bir genç çekingen, hatta korkmuş bir tavırla selam veriyor. Tutuk, sık sık gözlerini kaçırıyor. Lafı fazla uzatmadan çıkıyoruz. “Kaçak mıdır nedir?” diyorum otobüs beklerken. Bizimkiler yorgunluktan durakta uyukluyorlar.
Beşinci Gün
Otobüse binip gidebildiğimiz yere kadar gitmeye karar veriyoruz. Amacımız fakir ve orta halli mahalleleri de görmek. Enis Batur’un, bir yazısında, “Bir kenti anlamak için onun iki ucuna da uzanmak şarttır.” dediğini hatırlıyorum. Elimizde harita, otobüste gideceğimiz yeri soruyoruz. “Bilmiyoruz” deyip, önlerine dönüyorlar. Bizim turistleri kolundan sürükleyerek gideceği yere kadar götüren gayretli yurttaşlarımız aklıma geliyor. Hayır kaba değiller, sadece sorduğumuz yeri bilmiyorlar, işte o kadar. Zaten şimdiye kadar sokaklarda tek bir sarhoş genç kadından başka da heyecanlanmış, taşkın hareketler yapan insan görmedik. Gençler ellerinde Nokia telefonları, sakin sakin okullarından evlerine gidiyorlar. Eşim “Soğuktan kanları donmuş” diyor. Aman ısınıp da birbirini vurmalarından iyidir diye yanıtlıyorum. Daha sonra Helsinki üzerinden dönüşte uçakta Avrupa’nın cinayet oranı en yüksek kentinin Helsinki olduğunu okuyup şaşıracağız. Muhtemelen kozmopolit yapısından kaynaklanıyor, ya da görünüşe aldanmamak gerekiyor.
Gördüğümüz orta hallilerin apartmanları, biraz daha kooperatif evi görünümünde ve daha eskice. Ama etrafında yeşillikler, çocuk parkları ve balkonlarından sarkan çiçeklerle diğerlerinden pek farklı değil. Sokaklarda uzun uzun yürüyoruz. Bugün fabrikadan müzeye çevrilmiş “Vapriikki”ye tur vardı oysa. Vapriikki, her yıl düzenlediği ulusal sergisi ve arkeolojiden modern sanata, el işlerinden teknoloji ve doğaya uzanan çeşitli sergileriyle ünlü. Nedense hiçbirimizin içinden gitmek gelmedi. Biz aklımıza eseni yapmaktan hoşlanıyoruz galiba. Bazen çok şey kaçırtan, bazen de iç huzuru veren bir şey bu.
Altıncı Gün
Bugün oğlumun günü. En sonunda onu söz verdiğimiz gibi Särkänniemi Eğlence Merkezine götürüyoruz. Önce ‘Akvaryum’u geziyoruz. Finlandiya’nın en büyük akvaryumu. Kayalarla aynı şekli almış çok ilginç bir balık özellikle ilgimi çekiyor. Sonra ‘Dolfinaryum’da yunusların gösterilerini izliyoruz. Özellikle yeni doğan iki yavru yunus çocukların sevgilisi. ‘Planetoryum’ oğlumun özellikle ilgisini çekiyor. Yıldız kümeleri ve gezegenlerin gökyüzünde görünümlerini seyrediyoruz. Sara Hildén Sanat Müzesini ise kapalı olduğu için göremiyoruz. Daha sonra hep beraber Näsinneula Gözlem kulesine tırmanıyoruz. Tüm Tampere ayaklar altında. 168 metre olan kule, Finlandiya’nın en yüksek binası. Buradan bakınca Finlandiya’nın göller bölgesinde olduğumuz gayet açık. Tüm ülkede 187.888 adet göl olduğunu öğrendiğimizde hemen inanıyoruz. Eğer hava biraz daha güzel olsaydı, gölde tekne turuna da katılacaktık. Turumuzu hayvanat bahçesini gezerek tamamlıyoruz. Burak, bir midilliye biniyor. Sonra da babasıyla birlikte dev bir hava yatağının üzerinde zıplıyorlar. “Çocuk gönlüm kaygılardan azade...”
Yedinci Gün
Dönüş günü. Tampere’den Helsinki’ye trenle gidip, oradan İstanbul’a uçacağız. İki saatlik tren yolculuğumuz güzel manzaralarla şenlenmemize yol açıyor. Uçağımızın kalkma saatine kadar Helsinki’de geziyoruz. Keşke burada da kalabilseydik. Daha gezilecek ne çok yer varmış. Yine de zor zamanlarda gözümüzü kapayıp düşünebilecek hoş anlar yaşadık.
Türkiye’ye dönerken yine “avuçlarımın içinde seyahat” edeceğim uzun süre diye düşünüyorum. Ama, Tampere’nin yeşili, mavisi ve beyazı uzun süre aklımdan silinmeyecek eminim. Bir de huzur dolu sessizlik ve kahve kokusu…