7 Mayıs 2001
Sabah çok erken kalktım. Saat beş gibiydi. Zaten geç yattığım için yaklaşık olarak beş saat uyumuştum. Günlük uykum 5-6 saat civarında olduğu için pek de fazla etkilenmedim.
PC’yi açıp son veda mesajlarımı attım. Sonra kuruyan bir kaç parça giysiyi ütüleyip Hüsam’ı uyandırdım. Annem o arada kalkmıştı. Burak “Beni de uyandırın,sizi mutlaka geçireceğim” dediği için onu da kaldırdık. Biraz zorlansa da hemen fırladı. Arkamızdan el salladı ve bir bardak suyu altıncı kattan aşağı döktü. Eskiden evimizde bir yere gidenin ardından “Su gibi git gel “ anlamında bu işlemin mutlaka yapıldığını hatırladım. Bunu kendisine ben söylemiştim, demek ki unutmamış.
Saat altıda işyerindeydik. Şöför Ümit’i de alıp yola koyulduk. Yirmi dakikada AHL’na gelmiştik ki bu bir rekor sayılabilirdi. Bunu bizim Gazkesmez Yılmaz Beye aktarmaya karar verdik.
Uçak saat yedide kalktı. Her zaman ki gibi hayatımdan bir kaç haftayı orada bıraktım korkudan sanırım. Bir saat yirmi dakikalık iyi bir uçuştan sonra Diyarbakır havaalanına indik. Bizi karşılayacağını umduğumuz Adana Bölge müdürü ortalıkta yoktu. Bir telefondan sonra radara yakalandığını ve polisle uğraştığı için geciktiğini öğrendik. Neden sonra nefes nefese geldi.
Hava güneşli. Diyarbakır’ın en iyi zamanı olduğu söyleniyor. Normalde bu sıralar çok sıcak olurmuş. “Ekinler hala yemyeşil” dediler. Ortaklardan bir tanesi “Biliyorsunuz kara iklimi, bozkır haline geliverir her yer” dedi. Ona bu sene Burak’ın Sosyal Bilgiler müfredatı nedeniyle bunları ayrıntılarıyla ezberlediğimizi söylemek geçti içimden. Ama gülümseyerek kafamı salladım.
Bölge Müdürü, güleryüzlü ve konuşkan, sevimli bir adam. İlgili ve görüp dinlediğini unutmuyor. Tahsilat için epey çaba sarfettiği görülüyor. Diyarbakır’da bir çay içip, kısa bir şehir turu yaptık. Aslında Arkeoloji derslerimden Çayönü ve Hacılar kazıları ve Tel Halaf türü çömlekler aklıma geldiyse de, bu sonuçta bir iş gezisi ve benim için bir genel görüş ve ilk izlenim gezisi olacak. Çayönünde, Anadolu’nun ilk çiftçilerinin yaşadığı geliyor aklıma ve köpek, koyun ve keçileri evcilleştirdikleri. Buralara bakınca da hala aynı üç hayvanın bol miktarda yayıldıklarını görüyoruz. Daha sonra kendi gezmek istediğim yerleri saptayıp mutlaka yeni bir Doğu ve Güneydoğu gezisi yapmaya kararlıyım. Şimdi tek düşündüğüm elimden geldiğince çok şey görüp farkına varmak ve anlamak olmalı.
Şehirde pek çok uygarlığın izleri göze çarpıyor. Benim hatırladığım Çayönü’nün İÖ 7250’lere tarihlendiği düşünülürse, sonra Asurlular, Urartulardan, Medlere, Romalılara, Türkmen Beyliklerine, Artuklulara, Osmanlılara kadar pek çok medeniyet. Hem tarıma elverişli, hem de doğu ile batıyı kuzey ile güneyi birleştiren bir doğal yol grubu içinde bulunması nedeniyle tercih edilir bir yerleşim merkezi olmuş.
Diyarbakır kalesi, Ulu camisi Akkoyunlular, ve Osmanlılardan kalma pek çok cami ve türbe var. Ara ara siyah bazalt taşından yapılan Diyarbakır evleri dikkati çekiyor.
Kısa bir turdan sonra Mardin’e doğru yola çıktık.
Bu arada Bülent bey geçtiğimiz yerler hakkında durmadan bilgi veriyordu. Bismil’de pamuk yetiştiğini, Çınar ilçesinin sulak ovaları olduğunu, Kuzey Irak’tan yılda 7000 ton akaryakıt geldiğini söyledi.
Mardin’in genel görünümü ile ilgili panoramik bir resim çektim. Burası için “Gündüz mezarlık gece gerdanlık” derlermiş. Gerçekten de ışıkları yanınca gerdanlık gibi bir görünümü olduğu hissediliyor.
Mardin kalesi, Ulucami, Hatuniye, Zinciriye, Şehidiye Medreseleri ve daha ara ara görüp de gezemediğim pek çok cami ve medresesi var. Kentin ara sokakları merdivenler ve dar geçitlerden oluşuyor. Kesme taştan yapılmış evlerin düz damları var.
Mardin’ de Süryaniler açısından büyük önem taşıyan Deyr ül-zaferan Manastırını gezdik. Bir yığın resim çektim. Orada yetişmekte olan bir genç çocuk bizi gezdirip bilgi verdi. İsa Mesih’in Kıyamet sırasında geleceğine inandıkları için, ölen Süryani papazlarını giydirip oturur vaziyette gömüyorlarmış. “Kilisenin içinde bu şekilde gömülmüş 250’ye yakın din adamımız var.” dedi. Giyimli ve oturur vaziyette gömmeleri Hz. İsa’ya saygılarından. İçeride duvarlarda Devlet adamlarının ziyaretlerinde çekilmiş resimlerle, “Hikmetin başı, Allah korkusudur” anlamında Osmanlıca, sedef kakma bir hat bulunması dikkatimizi çekti. Öğle arası kapalı olduğundan bir otobüs dolusu Alman turist, rehberleriyle kiliseyi gezmek için bekliyorlardı. Bülent beyin Rahibi tanıyor olması, hem bizim, hem onların işine yaradı beklemeden içeri girip gezdiler. Mardin’den sonra Kızıltepe’ye geçtik.
Kızıltepe’de uğradığımız acente, hemen tava yemeği getirdi. Bu; kıyma, domates ve biberden oluşan bir yemek. Yanında lavaş ekmeği ve pide veriyorlar. Ayran ve kola da getirdiler. İşin kötüsü, yemek az yesem bile sıcak pideye dayanamıyorum. Gezi sonunda böyle yersem 100 kilo olurum herhalde.
Saat 16.20 dolaylarında Nusaybin’deydik. Sınırı gördük. Mayın tarlalarını da. Mayınlı tarlalarda hayvanlar otluyor. Nusaybin’de ilk kez sodalı ayran içtim. Daha önce hiç duymamıştım bile. Su yerine soda koyuyorlarmış. Her tarafta askeri tesisler ve askerler göze çarpıyor. Tabii en iyi yerlerde. Suriye sınırını da bizimkiler koruyorlarmış. Bülent bey Suriye tarafının kılını bile kıpırdatmadığını söyledi. Bu arada benzin aldığı yerden fatura almak için epeyce uğraştığını gördük. Bu taraflarda hiçbir şey için fatura alma ve verme adeti yok. Zor bela çekişe çekişe alabiliyorsunuz.
Yediğimiz yemek ve içtiğimiz ayranlar birleşerek feci bir uyku hissi yarattı. Ama geçtiğimiz yerleri görebilme isteğiyle uyumamaya çalışıyorum. Ara ara yolda camı açıp fotoğraf çektiğim oluyor. Yakalayabilirsem tabii. Bazen arabayı durdurup yakından çekebildiğim yerler de oldu. Bülent bey, eskiden araba durdurmanın da yasak olduğunu, belli bir saatten sonra yolların kesildiğini ve ancak konvoylar halinde yolculuk yapılabildiğini anlattı. Çoğu yerde çatışmaların olduğu ve saldırıların yapıldığı önemli noktaları biliyor.
İnsanlar Türkçe kadar, Kürtçeyi de kullanıyorlar. Arapların yoğun olduğu yerlerde ise Arapçayı kullandıklarına şahit oldum. Hepsi de bir şeyler ikram etmek için kendilerini paralıyorlar. “İstemem” derseniz üzüldükleri gözleniyor açıkça. Bu onlar için bir nevi prestij meselesi.
Bülent bey, Midyat’tan geçerken acur turşusunun ünlü olduğunu ama Haziran’da çıktığını ve otlarla ve limon ile yapıldığını söyledi. Ben de kısa kısa notlar aldım. Midyat’ta gümüş işçiliğinin ünlü olduğunu biliyordum. Ama Hüsam geçen sefer bana iki telkari takım getirmiş olduğu için gümüşçülere uğramadık. Bu işçiliği Süryanilerin yaptığı ancak son yıllarda göçler nedeniyle sayılarının giderek azaldığını üzülerek öğrendik.
Hasankeyf’e saat 5-6 arası ulaştık. Dicle Kıyısındaki Hasankeyf, yakında sular altında kalacağı için bugünlerde çok gündemde olan bir yer. Hava daha kararmamıştı. Kayaların içine oyulmuş müthiş mağaralar. Bazılarında hala birileri yaşıyor, ya da hayvanlarını barındırıyorlar. Görüntü müthiş ama tabii pislikten geçilmiyor. Burada da hava kararıncaya kadar birçok resim çektim. Dicle üzerinde Hasankeyf köprüsü var. Artuklu döneminin ( 12.yüzyıl başı ) eserleri yerli ve yabancı turistler tarafından çokça ziyaret ediliyor. Kayaların içinde çeşitli oyuklar var. Bunlar kap-kacak koymak, hayvanlar ve insanlar için pek çok işleve sahip. 12 Eylülden sonra, tümünün boşaltılması istenmiş ve buralarda yaşayanların bir kısmı yapılan evlere geçmiş. Ama hepsi yerleştirilemediği için bir kısmı inatla hala burada yaşıyorlar. Küçük bir erkek çocuk bize buranın tarihi ile ilgili bilgi vererek rehberlik etti, hoş şivesi ve tatlı yüzü ile çok hoşumuza gitti. Adının “Uğur Ayhan olduğunu ve buraya tekrar gelirsek mutlaka kendisini bulmamızı” rica etti.
Yukarıda rüzgar vardı ve gözüme toz kaçtı, gözlerimi açamaz oldum yaşarmasından. Sonra aşağı zor bela inip lenslerimi çıkardım. Biraz rahat edebildim. Bir mağaranın içini restaurant ve çayevi olarak döşemişler. Adı, “Yolgeçen Hanı”.
Daha sonra Batman’a geçtik. Hava kararmıştı. Batman acentesi bizi yemeğe götürdü. Tüpraş’ın misafirhanesinde yemek yedik. Geceyi orada geçirdik. İyi düzenlenmiş çiçekler içinde bahçesi olan hoş bir yer. Aynı yerin yanında TPAO’ya ait binalar da bulunuyor. Eşim 4 yılını Batman’da bu tesislerde geçirdiği için oranın eski hali ile yeni halini karşılaştırma olanağı buldu. Bu tesislerin bulunması Batman’ı kalkındırmış. Şehir halkının çoğu bu tesislerde çalışıyor.
8 Mayıs 2001
Sabah Batman’da Tüpraş’ta kahvaltı ettik. Hava güneşliydi. Bahçe çiçek doluydu ve hanımelleri kokuyordu. Batman’daki ikinci acentede yalnızca çay içtik. Tam Batman’dan ayrılmıştık ki, Veysel Karani Hz.’ni de ziyaret edelim lafı olunca aklıma kısa kollu olduğum, oradan da anorağımı odada dolabın içinde unuttuğum geldi. Aynen geri döndük tabii ki. (Bu arada Hüsam’a Veysel Karani hikayesini sordum. Asıl adının Üveysi El-karni olduğunu ve peygamberi görmeden yakınlaştığı için bu ismi aldığını, peygamberin ölmeden önce onun geleceğini bilip “ Yemen’den bir genç gelip beni soracak ona hırkamı verin.” dediğini anlattı. Bazı insanlar onun da Ehli Beytten olduğunu söylerlermiş. Peygamberi görmeden ondan feyz aldığını ve buna da “Üveysilik” dendiğini öğrendim. Veysel Karani, Sıffin savaşında şehit olduğundan mezarının Şam yakınlarında olduğunu, burasının ise kendisine saygı dolayısıyla ziyaret edilen bir “makam” olduğunu da öğrendim) Fakat makam kapalıydı, sanırım tadilat yapılıyormuş. Gelenlerin de hayal kırıklığı ile uzaklaştığını gördük.
Siirt’e yaklaştıkça hava iyice bulutlandı. Zaten meteoroloji hafta boyunca yağmur yağacağını söylemişti. Hüsam’ı dinlemeyip uzun kollu ve kalın bir şeyler aldığıma şükrederken onlar üşümeye başlamışlardı bile. Yine de acıyıp kazağımı eşime verdim. Tabii ne kadar isabetli karar verdiğimi söylemeyi de ihmal etmeyerek.
Siirt acentesi bizi Büryan kebabı yemeğe götürdü. Kuyuya indirilerek yapılan bir tür kuzu buğulama. Bize yerinde nasıl yapıldığını da gösterdiler. Pide üzerinde kemikli ve kemiksiz halde iki şekilde servis yapılıyor. Daha sonra Siirt pazarını gezdik , her tarafta Siirt battaniyeleri satılıyordu. Evde de eşimin daha önce almış olduğu Siirt battaniyesi var. Çeşitli endeki şeritler, geometrik biçimler ve stilize doğa görüntülerinden oluşan motifler, tiftiklerden dokunan bu battaniyelerin ortak özelliği. Bunların niçin yeterince tanıtılıp, satılamadığına dair bir konuşma oldu. Acente, kokmayan ve iyi kaliteli battaniyelerin yapılması gerektiğini, ne yazık ki iyi tanıtılıp, pazarlanamadığını söyledi. Yağmur çiseliyordu. Bir kilimciye uğradık, pazarda gezerken “Uçkun” denilen bir bitki ve otlu peynirin içine konulan başka bir ot dikkatimi çekti. Bu otun adı da “Sirik”miş. Her yerde satılıyordu. Siirt Ulucamii Diyarbakır’dan sonra Anadolu’daki en eski camiymiş. 11.yy sonu 12.yy başına tarihleniyor.
Tüm yol boyunca müthiş bir manzara içinde dağlar arasından ilerledik. Bir ara yolda 3 adet tır devrilmişti. Daha doğrusu bir meyve, bir tüpgaz bir de başka bir tır birbirine girmişti. Ama biz sağdan köşeden geçebildik. Ama büyük araçlar konvoy oluşturmuş bekliyorlardı. Yolda durup çay içtik.
Bitlis’e girdiğimizde çok yağmur yağıyordu. Şehri şöyle bir dolaştık, her taraf tarihi eser dolu, fakat neyin ne olduğu hiç bir yerde yazmıyor. Kentteki yerleşmenin Urartularla başladığı sanılıyor. (İÖ 1000 ) Bitlis kalesini uzaktan gördük. Büyük İskender’in komutanlarından birinin yaptırdığı söyleniyor. Ulucami ve Şerefiye Külliyesi ( 1528-29) önemli tarihsel yapıtlar. Kentten geçen dört akarsuyun üzerinde hepsi kesme taştan yapılmış ve kemerli 24 köprü varmış. Bunlardan bir iki tanesinin fotoğrafını çekebildim. Yolda, Bitlis Dağları üzerlerindeki bulutlarla müthiş bir görüntü veriyorlardı. Hem zevkle seyrettim, hem de fotoğraflarını çektim.
Akşama doğru Van’a girdik. Kentin girişinde yavrusu ile birlikte dikilen Van kedisi heykeli hemen dikkatimi çekti. Ben doğmadan önce annemlerin alıp büyüttükleri Van kedisi Pamuk’un serüvenlerini dinleyerek büyüdüğümden bu Van kedileri hep ilgimi çekmiştir. Yüzmeyi sevmeleri, arsız olmamaları, bembeyaz renkleri ve farklı renkteki gözleriyle acaba bir kedi alsam mı Van’dan diye düşündürttü. Ama son anda son kedimi nasıl kaybettiğim aklıma gelince vazgeçtim. Van acentesi, gençten sevimli bir çocuk. Tarih ile ilgileniyormuş. Gece bizi yemeğe götürdü. Değişik bir cins peynirli kebab yedik. Zaten buralarda etten başka birşey yok. Çayırlar ve ovalar ve de yaylalar benek benek keçiler, koyunlar, büyük baş hayvanlarla dolu. Ara sıra yollara çıkan sürüler yüzünden durmak zorunda kalıyoruz. Bir de, köpekler arabaya saldırıyorlar. Bülent beyin dediğine göre yakın zamana kadar yollar kesikmiş. Şimdi de sık sık kontrol noktalarından geçiyoruz. Bazen hiçbir araca rastlamadan kilometrelerce gittiğimiz oluyor.
Gece Van’da kaldık. Oda küçüktü, ama o kadar yorgunduk ki bir tarafı görecek halimiz yoktu. Rahat uyuduk.
9 Mayıs 2001
Sabah Van’da güzel bir kahvaltı yaptık dışarda. Hava güzeldi. Bal, kaymak, taze peynir, zeytin, domates, salatalık filan. Çay ve süt de vardı. Otlu peynir de yedim ve bu sefer beğendim her ne hikmetse. Bu arada daha önce gördüğümüz Uçkun adlı bitkinin köklerinin kurutulduğunu şeker hastalığına çok iyi geldiğini, kan şekerini düzenlediğini öğrendim.
Sonra Van müzesine gittik. Ben Urartılarla ilgili çok eser sergilendiğini düşünüyordum ama dişe dokunur birşey yoktu. Eserlerin bir kısmının Ankara’da müzede olduğunu ve Urartuların ilk keşfinden önce pek çoğunun yurtdışındaki müzelere kaçırıldığını, definecilerce kazı yerlerinin talan edildiğini biliyorum. Urartu Baştanrısı Haldi’nin o paha biçilmez tunçtan heykelciklerle süslü tahtı gibi. Üst kat ise Ermeni Mezalimi ve Etnoğrafya bölümü olarak düzenlenmiş. Binlerce eserin müzenin bodrumunda beklediğini söylediler. İşte bu tip şeyleri duyunca sinir olmamak işten değil.
Sonra yola çıkıp Erciş’e uğradık. Yemyeşil bir yer. Şehir merkezinde jandarma panzerleri vardı. Kısa bir ziyaretten sonra, Van gölünün batı kıyısından ilerledik. Önce Adilcevaz’a, sonra Ahlat’a uğradık. Adilcevaz’da göl kenarında Şah Abud Camiini ve gölü görüntüledim.. Adilcevaz’a uğrayacakların Urartu Devrinden kalma Kef kalesini de ziyaret etmeleri tavsiye edilir. Süphan Dağlarının eteklerinde Adilcevaz’ın 6 kilometre kuzeyine kurulu. Tepenin doruğunda Tanrı Haldi’nin tapınağı bulunuyor.
Oradan Ahlat’a geçtik. Önce bir baston yapım atölyesine uğrayıp bastonlara baktık. Sonra Ahlat mezar taşlarını gördük. Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı Döneminden kalma, geniş bir alana yayılmış mezar taşları. Hüsam “Onbeş sene önce geldiğimde çok daha fazla mezar taşı vardı. Çoğu götürülmüş” dedi. Birkaçının üstünü okuduk. Farklı şekil ve ebattalar. Ayrıca yörede bol miktarda kümbet de bulunuyor. Göl kenarında sessiz ve ıssız mezar taşları insana ruhani bir his veriyor.
Bir sonraki durağımız Muş oldu. Osmanlı İmparatorluğu zamanında nüfusunun yarısından fazlası Ermenilerden oluşuyormuş. Urartu başkenti Tuşpa’yı batıya bağlayan yol üzerinde çok eski bir yerleşim yeri olan Muş’ta da pek çok tarihi yapı bulunmakta. Biz bir lokantada öğle yemeği yedik. Tabii benden dolayı lokantanın aile kısmında ve kaçınılmaz olarak kebap.
Yola çıktığımızda yağmur yeniden başlamıştı. Bingöl’e gidene kadar yollarda her çeşit keçi, koyun ve büyükbaş hayvana rastladık. Yaylalarının hayvancılığa çok uygun olduğunu duymuştum. Yol boyunca arıcılıkla uğraşanların yol kenarlarına dizdiği arı kovanlarına da rastladık. Daha sonra canlı hayvandan sonra en önemli ticari ürünün ceviz olduğunu öğrendim. İldeki az sayıda tarihi yapının çoğu Urartulara aitmiş. Bingöl’de fazla oyalanmadan Elazığ’a doğru yola çıktık. Bir an önce yola çıkalım istiyordum, çünkü ilk kez doğduğum yeri bilinçli olarak görecektim.
Yolda pencereden büyükbaş hayvanların resimlerini çektim, arka planda sapsarı çiçeklerin yayıldığı bu fotoğraf tüm gezinin en hoş fotoğrafı oldu. Bingöl – Elazığ arasında Karakoçan tabelası görününce epeyce heyecanlandım. 1960 yılında ilk görev yerleri olan bu ilçeye geldiklerinde annem uzun süre duvarlarda elektrik düğmesi aradığını söylemişti. Karakoçan girişinin bir Ege kazasının girişinden farklı olmadığını gözlemlemek bizim için sürpriz oldu. Belki de benim doğduğum yer olması dolayısıyla orayı farklı bir gözle gördüm diye düşündüysem de aynı şeyi eşim de söyledi. Tabii seneler önceki lojmanları bulamadık, yenileri 3-4 katlı modern binalardı. Sanırım Adliye Binası da değişmiş. Şöyle bir etrafı gezdikten sonra anneme gösterebilmek için Karakoçan ilçe tabelasının önünde bir fotoğraf çektirip yola devam ettik.
Elazığ’a girdiğimizde hava kararmak üzereydi. Acente bizi alıp doğruca Harput’a götürdü. 19. Yüzyıla değin, Doğu Anadolu’nun başlıca kültür merkezlerinden biri olan eski kent Elazığ’ın kurulmasından sonra eski önemini kaybetmiş. Hitit- Urartu zamanında stratejik bakımdan önemli bir kale olan Harput’ta çevredeki pek çok yer gibi Asur, Med, Pers, Roma, Bizans, Arap, Beylikler Selçuklular ve Osmanlı Devirlerini yaşamış. Harput kalesi eski bir Urartu kalesinin temelleri üzerine oturtulmuş. İç ve dış surları Artuklu yapısı. Harput Ulucamii ise Harput’taki en önemli yapıt. Pek çok “Baba’ya” ait türbe ve mescit de kalenin içinde yer almakta. Harap durumda hamamlar da var. Biz gezemedik ama Harput Müzesinde çok sayıda Urartu yapıtının olduğunu kaydetmeli.
Akşam yemeğimiz Elazığ’da ve yine et yemeğiydi tabii ki. Bu kez yanında salatanın olması bizim için çok büyük bir değişiklik oldu.
Akşam yola devam edip, geceyi Malatya’daki bir otelde geçirdik.
10 Mayıs 2001
Sabah kahvaltısından sonra iki ayrı acente ziyareti yaptık. Malatya belki de Turgut Özal’dan ötürü büyük alışveriş merkezlerinin ve hemen hemen her tür mağazanın şubelerinin olduğu gelişmiş bir şehir görünümünde. Pek çok yerde Turgut Özal’ın ve İsmet İnönü’nün resimlerine rastlanıyor. Acentelerden bir tanesi bizi kayısı almak üzere kayısı dükkanlarının yoğun olduğu bir yere götürdü. Burada kayısı çeşitlerini gördük. “Gün kurusu” denilen ve güneşte kurutularak doğal yolla hazırlanan kayısı özellikle ilgimi çekti. Bu biraz daha sert, kahverengi ve sanki çürümüş görüntüsü veren bir cins kayısı, ama daha tatlı ve güzel bence. Yurtdışında, kükürtle sarartılmayan bu cins kayısının alıcısı çok oluyormuş. Organik besinlerin giderek daha çok talep edilmesi sevindirici. Ziyaret ettiğimiz üçüncü acente ise, yurtdışına kayısı ihraç etmeye başlamış. Bize tesisini gezdirdi. Üreticilerden toplanan kayısılar üç aşamalı olarak yıkanıp kurutulduktan sonra, ebatlarına göre ayrılıyor ve paketleniyor. Rusya’ya gönderilmek üzere hazırlanmış paketlerden bize de hediye etti. Kayısının gereğince ihraç edilmediğini düşünüyorlar. Malatya armudu ise ilin kayısından sonra gelen tanıtıcı ürünüymüş. Böylece içimiz dışımız kayısı olmuş bir şekilde Malatya’dan ayrılıp Adıyaman’a doğru yola çıktık.
Aslında baştan beri en çok Nemrut Dağına, Kommagene krallığına ait kalıntıları görmeye gitmek istesem de hem hava koşulları, hem de zaman yetersizliği nedeniyle orayı atladık.Eşim güneşin doğuşu sırasında orada bulunmak gerektiğini, manzaranın müthiş olduğunu söyledi. Burayı görememek de Doğu’ya ikinci kez gitmemin zorunlu olduğunu işaret ediyor. Adıyaman yolunda fıstık ağaçları hemen dikkatimi çekti. Ara ara petrol kuyuları da gözüküyordu. “At başı” tabir edilen pompalar tepelere yerleştirilmişti.
Bu arada Antakya’da sel olduğu haberi geldiğinden, oraya da uğramamız gerekti. Bu bazı planlanan yerlere gidemememiz demekti. “Şanlıurfa’yı atlayalım” dediklerinde öyle bir “Aman ne olur atlamayalım.” demişim ki, şöyle bir bakıp “Tamam canım gideriz, hatta gitmekle kalmayıp, gece de orada kalırız,” dediler. Urfa’yı merak etmekten başka, çok sevdiğim bir arkadaşıma da uğramak istiyordum.
Urfa’ya yaklaştığımızda, hava da açmaya başlamıştı. Atatürk Barajına geldiğimizde güneş içinde güzel fotoğraflar çekebildim. Bizim gibi ziyarete gelen pek çok turist vardı. Bekçiler göle ekmek atıp, toplanan balıkları tutmaya çalışıyorlardı. Sonra Urfa’ya ulaştık.
Bir acente ziyaretinden sonra, hemen Sipahi Pazarı’nı görmeye gittik. Bakırlar, kilimler, halılar, kumaşlar, keçe ve bir dolu ıvır zıvırın olduğu bu çarşı kapanmak üzereydi. Daha sonra Ulu Cami, Hz. İbrahim makamı ve Balıklı gölü görmeye gittik. Gölün iki ucundaki iki cami (Rızvaniye ve Halil-ür rahman), göle ayrı bir güzellik katmış. Hasankeyf’te olduğu gibi burada da, 9-10 yaşlarında çocuklar, etrafımızda koşturup, para karşılığı yörenin tarihini anlatmaya çalıştılar. Burada arkadaşımın da bize katılmasıyla, önce göl kenarında çay içip sohbet ettik, sonra yer sofrasında yemek yemek üzere bir lokantaya gittik. İlk defa Lebeni çorbası içip, Bostana salatası ve Şıllık tatlısı yedim ve yemek üstüne de Mırra adı verilen acı kahveden içtim. Hoş bir geceden sonra İl Özel idaresinin Vilayet Konukevi’nde kaldık. 1890’larda inşa edilen ev, geleneksel Urfa taşı ile yapılmış. Bir de Urfa’da hacca gidenlerin evlerinin üzerine Kabe tasviri asmaları dikkatimi çekti. Pek çok evin üzerinde bu tip resimler var.
Sabah Urfa’dan ayrılıp, Suruç’a doğru yola çıktık. Suruç acentesinde taze Urfa peyniri, bal, kaymak süt ile hoş bir kahvaltı yaptık. Arkadaşımın anımsatmaları yüzünden Brucella olurum korkusu ile adamcağıza tekrar tekrar “Süt kaynamıştı di mi ?” diye sordum durdum. “Kaç çocuğunuz var?” deyince o da diğerleri gibi “ İki tane, üç tane de kız var” diyor. Ama kızlarını okutacakmış. On dört yaşındaki oğlu bilgisayarın ıcığını cıcığını öğrenmiş ve babasının sağ kolu olmuş.
Orada otururken iki genç kız geçti. Suruç için oldukça dar pantolonlar giymişlerdi ve kısa kolluydular. Bu kızların, Suruç Bankacılık Sigortacılık Yüksek Okulu öğrencisi oldukları kesindi. Güneydoğu ve Doğuda sokaklarda kadından çok erkek var, hele belirli bir saattten sonra da iyice azalıyorlar. Şehirlerde görmeye alıştığımız tipte kızlar genellikle Üniversite öğrencisi oluyorlar. Gördüğüm kadınların arasında çarşaflı olanlar da, geleneksel örtülü olanlar da vardı. Ama genellikle tesettürlüydüler.
Suruç’tan sonra Nizip’e uğradık. Yol boyunca fıstık ağaçları vardı. Önce Maraş’a oradan da Antakya’ya yetişmek zorunda olduğumuz için Zeugma yani Belkıs’a uğrayamadık. Birecik’e uğrayıp kelaynakları da görmek istiyordum, tabii o da olamadı. Ama o taraflara gideceklerin bu iki yeri atlamamaları lehlerine olur. Urfa Ceylanpınar’a uğrayabileceklerin de ceylanları görmesi mümkün. Öğlene doğru Kahramanmaraş’a vardık. Acente görüşmesinden sonra öğle yemeği için Maraş’ın yeni yapılanmakta olan bir bölgesinde büyük bir lokantaya gittik. Maraş’ın yaylalarını görüntülediğim bu mekanda da tabii ki et yedik. Ama ahçı Konya’lı olduğu için bu kez “Tandır”. Tıka basa doyduktan ve Ermeni meselesinin uzunca bir değerlendirmesinden sonra, acente Maraş dondurmalarının yapımcısının yerinde dondurma ve tatlı yemeden gidemeyeceğimizi bildirdi. Sıcak dondurma ile birlikte Kesme Maraş dondurmasının servis yapıldığı bu yer dolup taşıyordu. Tatlılar sıcak, dondurma ise soğuktu. Gerçekten İstanbul’da yediğimizden daha farklı ve zor kesilir bir dondurmaydı. Gerçi hepsini bitiremedim ama, tatlıları da, yeme de yanında yat cinsinden şeylerdi. Maraş’a gideceklerin yemek yemeden “Yaşar Pastanesi”ne uğramaları önemle tavsiye edilir.
Daha sonra sel nedeniyle İskenderun ve Antakya’ya uğradık ve Adana’dan uçağa binerek eve döndük. Buraları sadece geçmiş olsun diyebilmek için gezdiğimizden görebilme fırsatım olmadı. Ama Amik Ovasının güzelliği aklımda kaldı, bir de dere yatağına apartman yapan zihniyetin ne zaman değişeceği düşüncesi. Selden yıkılan binanın önünden geçtik. Allahtan kimse ölmemişti. Yerler hala çamur içindeydi ve belediye ekipleri çalışıyorlardı. Bu arada, buralara uğradığımız için Gaziantep’e de uğrayamadık. Bu da gezinin önemli bir şehrini görememem anlamına geliyordu.
Sonuç olarak hızlı bir şekilde bir bakış açısı kazandıran bir geziydi diyebilirim. Tekrar gitme isteğini alevlendiren, bu kez daha bilinçli ve seçici olarak. Terör sorunu da bittiğinden gönül rahatlığıyla yolculuk yapılabilir ve yapın da derim mutlaka. Hani ilkokulda söylediğimiz bir şarkı vardı “ Orda bir köy var uzakta “ diye. Gitmesek de kalmasak da o köy bizim köyümüzdü hani. Ama gidip kalınca o köy daha bir bizim köyümüz oluyor inanın.