KORE’YE GİRİŞ 101 / Birinci Gün
Geçtiğimiz yıl Kore ve Japonya’ya gittik. 10 gün kadar kalmamıza rağmen şimdiye kadar o gezi ile ilgili bir şey yazamadım. Sanırım nedeni tam olmamış olmasıydı. Yani benim için o kadar yetersiz oldu ve eksik hissettim ki, bu geziyi ancak bir başlangıç olarak alıyor, devamının en kısa zamanda gelmesini diliyorum. Ayrıca şu Mers’e çabucak bir çare bulun kardeşim, gelecek yıl orada olmak istiyorum çünkü.
Blogumu okuyup, beni yakından tanıyanlar son iki yıldır bizim evde de bir Hallyu dalgasının sürdüğünü bilirler. O kadar ki Korece öğrenmeye başlayıp, Kore Dizi ve Filmleri için bir blog bile açtım. Türkiye’de benim gibi olan çok kişi var, onlarla iletişimimi sürdürdüğüm sosyal medya mecraları da var. İşte geçen yıl tam da ben Korece öğrenmeye yeni başlamışken, tuhaf ucuz bir bilet yakalayıp Seoul ve Tokyo’ya gittik ailecek. Yalnız deneyimsizlikten olsa gerek, kulağımızı tersinden gösterip, Londra üzerinden Seoul yaptık. Hemen hemen aynı fiyata Emirates ile Dubai üzerinden de uçabilirmişiz. Bunu gittikten sonra öğrendik. Bizim bilet British Airways ile İstanbul Londra, Londra Seoul, beş gün Seoul’de kaldıktan sonra Seoul Tokyo, orada da beş gün geçirdikten sonra Tokyo- Londra, Londra İstanbul şeklindeydi. Tabii bu karmaşık yol düzeninde British Airways, Kore’den uçuş Kore Hava Yolları, Tokyo’dan Londra’da Japon Hava Yolları biçiminde gerçekleşti. Böylece üç ayrı havayolunu denemiş olduk. Üç kişi biletimiz tüm bu uçuşlar için 2400 küsur dolar tuttu.
Ben günde dört, bilemedin beş saat uyurum. Böylece doğru düzgün işlerle ilgilenme yanında, abuk subuk şeylerle ilgilenebilmem için de vakit kalıyor. Dolayısıyla akşam çok erken yatmadım. Sabah erkenden kalkıp yola çıktık. Rutin Atatürk Hava Limanı, araba teslim, kahvaltı, bavul teslim olaylarından sonra uçağı beklemeye başladık. Normal olarak Londra’ya uçup, oradan Seoul’e gitmeden önce iki saatlik zamanımız olacaktı. Ben de azıcık Duty Free gezerim, çay fiyatlarını kontrol ederim diye düşünüyordum. Fakat uçak iki saate yakın rötar yaptı, öyle ki Londra’ya vardığımızda neredeyse Seoul uçağımız kalkmak üzereydi. Panikle hostese ne yapacağımızı sorduk, “Merak etmeyin, biz iletişim içindeyiz” dedi. Uçaktan çıkışta bizi bir görevli bekliyordu. Elinde de üzerinde soyadımız yazılı bir tabela. Bizi hemen uçağa götürdü. Böylece her hangi bir yerde zaman kaybetmemiş olduk. Resmen koşar adım uçağa gittik. Zaten neredeyse son binenler bizdik, az sonra Seoul’e doğru havalandık. Yol 10 saat 55 dakika sürüyor. Yol boyunca film seyrettim ve tabii biraz da uyudum. İki yıl önce Singapur uçuşunda çok rahatsız olmuştum. Burada hem oturduğumuz yerde sıkış tıkış değildik, hem de nedense çok rahatsız olmadık. Asıl problem indikten sonra başladı. Bavullarımızı almaya gittiğimizde, gelmediklerini öğrendik. British Airways bizi Kore uçağına yetiştirmeyi başarmıştı, fakat bavullarımızı yükleyememişti. Bavullarımızı tarif eden bilgiler verip, form doldurduk, en geç yarın öğlen ikiye kadar bavullarımızın otelimize teslim edileceğini söylediler. Böylece üzerimizde incecik ceketlerle ve özellikle ben ayaklarım rahat etsin diye sadece uçakta giydiğim düz topuksuz ayakkabılarla kaldım. Allahtan ilaçlarım yanımdaydı.
Incheon Seoul arası 45 dakika kadar sürüyor. Otelimize ulaşmamız fazla zaman almadı. Eşya yerleştirme gibi bir derdimiz de olmadığından, dışarı çıkıp üzerimize bir şeyler almaya ve ilk gezimizi yapmaya karar verdik. Odamızda terlikler ve pijamalar var. Bu çok hoşumuza gitti. Dramalardan Korelilerin terlik merakını biliyorum zaten. O büyük şirket yöneticileri, takım elbiseli yakışıklı adamlar, eve girince hemen şıpıdık terliklerini giyerler ve tüm karizmaları gider. Bir de aşağıya terlikle inmek yasaktır diye uyarı koymuşlar, en çok da ona güldüm. Odamızdan manzara çok güzel, Güney Kore’nin bütün silüeti gözüküyor neredeyse.
Otelimiz Uljiro 4-ga metro istasyonuna çok yakın. Sanırım şehre oradan gideceğiz. Ama bugün yakınlarda dolaşalım dedik, yürüyerek buranın Mahmutpaşa’sı olan Dongdemun marketine geldik. Otelimize epeyce yakın. Buradaki kapı, Dongdemun Kapısı, Büyük Doğu Kapısı demek, (Heunginjimun’da deniyor ) Sekiz kapıdan biri. 14. yüzyılda yapılmış. King Taejo inşa ettirmiş. Market oldukça kalabalıktı. Hüsam üşüdüğü için yeşil bir kaban aldı oradan. Aklıma 80’ler ve üniversite yıllarımız geldi. En gerekli sözcüğü öğrettim Hüsam’a “pissada, ya da pissaneyo” yani pahalı, şimdi pazardaki bütün ajummalara ( ajumma bizdeki anlamıyla teyze, genellikle yaşı ileri ve evli bayanlara söyleniyor. ) ne fiyat söylerlerse söylesinler “Pissada” demeye başladı. Pazarda dolaşırken mantı yapan teyzelerin önündeki büyük kuyruğu gördük. Mantı Koreceye Türkçeden geçmiş. “Mandu” Gayet de leziz gözüküyorlardı. Kuyruğu göze alıp beklemeye başladık. İçi kıymalı olanlara güvenemedik tabii, sebzeli olanları tercih ettik.
Dolaşırken Namdeamun Kapısına ( Güney Kapısı ) kadar yürüdük. Diğeri gibi Joseon İmparatorluğu zamanında inşa ettirilen, Seoul Kale Duvarının sekiz kapısından biri olan bu kapı ayrıca Sungyemun Kapısı olarak da biliniyor. 14. Yüzyıl tarihli ve Kore’nin ilk Milli Hazinesi. Seoul İstasyonu ve Seoul Plaza arasında yer alıyor. Joseon Hanedanlığı 1392 – 1897 yılları arasında hüküm sürmüş. Kore Tarihi Dizilerinde de Joseon Hanedanlığını çok sık görebiliyoruz. Şöyle de kıyafetleri varmış :
Daha sonra mağazaların olduğu kısma doğru yürüdük. Hava yavaş yavaş karardı, böylece Seoul’ü ilk defa gece görmüş olduk.
Dönüşte ayrıca Sea Fog, Haemoo filminin afişini görüp, arkadaşım için fotoğrafını çektim. İngilizce altyazılı oynuyor olsaydı sinemada görmek istiyordum, ne yazık ki yoktu. Başrol oyuncularından Park Yoochun sonradan bu film ile dokuz ödül kazandı.
Çok geç olmadan otele döndük. Ne de olsa altı saat fark var. Yarın bavullarımızın erken gelmesini dileyerek uyuduk.