Roland Barthes’ın Yazma Arzusu kitabını okuyorum. “Çocukken sık sık, hem de çok canım sıkılırdı.” cümlesini okuyunca “İşte ortak bir yön.” dedim. Şöyle demiş Roland Barthes :
“Çocukken sık sık, hem de çok canım sıkılırdı. Bu bende gözle görünür biçimde erken başlamıştı, tüm yaşamım boyunca da – kuşkusuz, çalışma ve dostlar sayesinde giderek azalan- dalgalar halinde sürüp gitti ve her zaman kendini gösterdi. üzüntüye kadar varan, insanın yüreğine korku salan bir can sıkıntısı bu: Kolokyumlarda , konferanslarda, yabancılar arasında geçirilen gece eğlencelerinde, grup eğlencelerinde can sıkıntısının görülebildiği her yerde duyduğum da budur. Can sıkıntısı benim çılgınlığım mı olacak yoksa?”
Roland Barthes da benim gibi insanlardan sıkılıyormuş anladığım kadarıyla. Belki biraz sosyal fobisi vardı, müzmin içe dönüktü kim bilir ? Biraz sosyalleşince benim gibi inine girip kendi başına kalmak istiyordu. Çünkü can sıkıntısının görülebildiği yerlerde derken hep topluluklardan söz etmiş. Benim çocukluktaki can sıkıntım kalabalıklardan değildi ama. Sanırım daha çok yaptıklarımın yetmemesindendi.
“Anne canım sıkılıyor, canım sıkılıyor, sıkılıyorum. ” Çocukluğumun yarısı böyle geçti. Annemin pek çok anne gibi yanıtı aynıydı : ” Sıkı can iyidir çıkmaz.” Bu cümleyi duyunca can sıkıntımın arttığını ifade etmeme gerek yok sanırım. Ben bir de çok okuyan bir çocuktum. Demek ki yine de sıkılıyormuşum, bitmek bilmez bir doyumsuzluk duygusu muydu hissettiğim acaba ? Bir şeyler yetmiyordu, daha fazlasını , daha iyisini arıyordum herhalde diye düşünüyorum.
Türk Dil Kurumu Sözlüğü can sıkıntısını, yapılacak bir iş olmaması ve hiçbir şeyle oyalanma imkânı bulunmaması sebebiyle duyulan tedirginlik, bunalım’’ şeklinde tanımlıyor. İngilizcesi Boredom. Can sıkıntısının evrensel bir tanımı yok. Bazen depresyonla eş değer bile tutulmuş. Merriam Webster sözlüğüne göre herhangi bir şeyle ilgilenilemediği zaman hissedilen bitkinlik ve huzursuzluk hali olarak tanımlanmış can sıkıntısı. Psikoloji söz konusu olduğunda üç çeşit can sıkıntısı tanımlanmış. Yapmak istediğimiz işi yapamadığımızda hissettiğimiz can sıkıntısı, yapmak istemediğimiz işleri yaptığımızda hissettiğimiz sıkıntı, bir de nedensiz bir biçimde hiç bir işe odaklanamamanın , bir iş yapmamanın sıkıntısı. Tabii tanım böyle genişleyince hemen hemen her insanın canı sıkılıyor diyebiliriz, şu ya da bu nedenle. Can sıkıntısı deyince bir de benim aklıma hemen Orhan Veli’nin malum şiiri gelir, yani ” Misafir” . Şöyle der şiirinde :
Misafir
Dün fena sıkıldım akşama kadar;
İki paket cigara bana mısın demedi;
Yazı yazacak oldum, sarmadı;
Keman çaldım ömrümde ilk defa;
Dolaştım,
Tavla oynayanları seyrettim,
Bir şarkıyı başka makamla söyledim;
Sinek tuttum, bir kibrit kutusu;
Allah kahretsin, en sonunda,
Kalktım, buraya geldim.
Bu şiiri çok severim. Çünkü o ne yapacağını bilememenin, onu bunu yaptığında can sıkıntısını geçirememenin duygu durumunu ben de hissettim pek çok kez. Doğrusu ya “Sinek tuttum bir kibrit kutusu” dizesi de çocukluğumda sinek yakaladığım, bir de utanmadan kanatlarını yolduğum – evet ben, hayvan sevgisiyle gurur duyan ben çocukluğumda içimdeki acımasızlığı ortaya vurmuşum demek- günleri anımsatıyor bana. Sonraları başıma gelen kötü şeyleri sineklere karşı yaptığım bu insafsızlıklardan bilmem de bu yüzdendir.
Can sıkıntısının modern insanın, daha da çok üretmeyen insanın derdi olduğunu söylemiş pek çok kimse. İlk çağlarda avcılık toplayıcılıkla geçinen insanoğlu da sıkılıyor muydu acaba? “Bugün de adam gibi bir şey vuramadık anasını satayım, topladığım ottan da bizim hatun öldü !”diye karalar bağlıyorlardı bir ihtimal. Mağara duvarlarına geyik avlayan insanları çiziktiren ilk çağ sanatçısı, içindeki can sıkıntısını geçirmek için çiziyordu belki. Şimdi her birimizin elinde birer telefon, çoğu kez sevdiğimizle yemeye gittiğimizde bile, o ne tweetlemiş, bu ne paylaşmış, bilmemkimin instagrama koyduğu resim nasılmış, kahvemin fotoğrafını çekeyim de atayım diye sıkıntı savmaya çalışıyoruz. Birden herkesin elindeki telefon yok oluverse, alimallah birbirimizin yüzüne bakıp da konuşmak zorunda kalacağız diye panik atak geçiririz büyük olasılıkla. Şaka bir yana sıkılabilmek için daha gelişmiş bir insan olmak gerekir diye düşünüyorum. Olanlar üzerine düşünebilmek, yargılayabilmek, sorgulayabilmek. Bundan sonrasının da can sıkıntısını getireceği bir gerçek. Öte yandan belirli bir nedeni olsun ya da olmasın bu can sıkıntısının uzun süreli olmaması da yine zeki insanın başarabileceği bir durum. Kısır döngüye girmeden, hep aynı yerlerde dönüp dolaşmadan insanın zevk alabileceği, öğrenebileceği, üretip yararlı olabileceği bir evreye geçmesi yani.
Şimdilerde yapmak istediğim ama zaman azlığından hepsine yetişemediğim o kadar çok uğraş var ki, sıkılmaya zaman kalmıyor. Düzeltemeyeceğimiz şeylerde takılıp kalmamak, hem bizi hem etrafımızdakileri mutsuz edecek gündemi ısıtıp ısıtıp sofraya getirmemek de can sıkıntısını arttırmamak için bir yol. Bu dünya daha denemediğimiz, ilgilenirsek bizi hoşnut edecek pek çok şeyle dolu. Kendimize hayrımız yoksa, bari başka insanlara, hayvanlara, bitkilere yararımız olsun diye düşünmeye başlarsak da o sıkıntıdan kurtulabiliriz. Robert Louis Stevenson’ın bir sözü tam bana göredir. “Dünya o kadar çok şeyle dolu ki, hepimiz krallar kadar mutlu olmalıyız.” demiş. Krallar mutlu mu peki ? diye sormayın şimdi. Ne de olsa her masalın sonunda “Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar.” cümlesinin kahramanıdırlar kendileri. Bir de aklıma Bedri Rahmi’nin bir şiiri geldi nedense. Sana bir incir yaprağına bakmasını öğreteceğim. Kendi avuçlarının içinde seyahati ve gökyüzünün her yerde mavi olduğunu öğreteceğim.” diye biter. Oğlu Mehmed’e hitaben yazdığı serinin içindedir şiir. Aslında ana fikri farklıdır ama, bir incir yaprağına bakabilmeyi ve avuçlarının içinde seyahat etmeyi bilebilenlerin canının hiç sıkılmayacağını düşündürtür bana.