Geçen yazımda daldan dala atlayan hop sana yandım durumlarımdan söz etmiştim. Yani bir şey yaparken başka bir şeyle ilgilenme ve oradan oraya atlayıp zıplama durumları. Bizcileyin Kova burçlarında bu havailik bol miktarda mevcuttur efendim. Çoğumuz hiperaktifizdir ve farklı şeyleri öğrenme konusunda fazlaca istekliyizdir. Bazıları bu duruma doyumsuzluk, merak, maymun iştahlılık, öğrenme açlığı gibi isimler de veriyor, ama bence yalnızca biri değil, belki hepsi birden.
İşte bu gibi durumlar insanı HBB ( Her bku bilen ) Ya da HBK ( Her bka karışan ) ukala, bir de öğrendiklerinizi orada burada anlatıyorsanız geveze gibi durumlara sokuyor. Yine de bizler, ya da bizim gibi olanlar bundan vazgeçemiyoruz. Bir de Ömer Madra misali lafın bir tarafından girip hiç olmayacak bir yerlere ulaşan, anlattığı kişi ya da yerin cemaziyülevvelinden başlayanlar var ki, maalesef ben de onlardan biriyim. Diyelim gördüğüm ilginç bir lambadan söz edeceğim. Ateşin bulunuşundan başlıyorum işe. Allah etrafımda bulunanlara sabır versin demekten başka bir şey kalmıyor tabii. Öte yandan bu merakım benimle birlikte yaşayan ya da uzaktan yakından bana bulaşanların da ilginç şeyler öğrenmelerini sağlayabiliyor kimi zaman.
Şimdi bu hafta ilgilendiklerimi özetleyecek olursam, durum biraz daha açıklığa kavuşacak. Hafta sonu Saklıköy’e gittim. Ağaçlar çiçeklenmiş. Her yerde ballıbabalar çıkmış. Geçen hafta da devasa leylek sürülerinin gelişine şahitlik ettikti. Leylek hayvanları kendilerine yuva yapmaya başlamışlar bile. Onlar hakkında şurada yazmıştım. Bahçede epeyce bir meyve ağacı var. Her yıl da başka bir meyveye merak sardırdığım için hala dikmekten yorulmadım. Ben bahçede estetikten çok mideye yönelik çalışıyorum. Hüsam çiçek böcek estetik işleriyle ilgileniyor. Benim bahçeye bakış açım “Şu meyveyi dikeyim reçeli olur, bu sebzeyi ekeyim yazın yeriz” şeklinde. Şimdi bir de kabak boyuyorum diye her cinsinden ekmeye başladım, bir köşede de eskiden dikilenler kuruyor. Fabrika gibi maşallah.
Neyse efendim, bu ağaç çiçeklerinden her yıl Nisan ayı sırasında çiçeklenen ve de çiçeklerine Japonların Sakura dedikleri kiraz ağaçlarına zıpladım. Bu onların gayriresmi milli çiçeği. Çiçekleri izlemek için ( Hanami diyorlar) partiler yapıyorlar resmen. Japonya’ya gitmeyi düşünenler için de şöyle bir link verelim ( http://www.japan-guide.com/e/e2011.html ) Bizim bahçede de geçen yıl ilk meyvesini yediğimiz kiraz ağaçlarından iki adet var, bir tane de vişne var. İstanbul’da Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesinde de görebilirsiniz bunları. ( http://www.ngbb.org.tr/tr/) Buradaki ağaçlar Ertuğrul Fırkateyninde ölen her bir Türk denizcisini temsil ediyormuş. Japon Sakura Vakfı tarafından 2005 yılında bağışlanmış. Bir de anıt var.
Bu konuyu biraz araştırdım. Bu sakuralar dünyada pek çok yerde var. Ben Sakura zamanı gidelim Kore’ye diye düşünmüştüm bir ara, sonra olmadıydı. Koreliler de malum işgalden ötürü Japonlara kızıyorlar, bu ağaçlar da işgalin sembolu, o yüzden 50. yılda tutup ağaçları kesmişler. İşgal zamanlarını anlatan pek çok film izlediğim için, bunu pek hayretle karşılamadım tabii. Gerçi turist toplamak adına Kral Kirazı denilen soyu tükenmiş cinsin devamı niteliğinde sandıkları Yoshino Kiraz ağaçlarından dikmeye başlamışlar sonradan. Ama 2016 yılında bu iki cinsin ilintili olmadığı anlaşılmış. Şimdi Kore’de de pek çok kiraz ağacı var. Ama beni en çok şaşırtan Brezilya’daki sakuralar oldu. Ne alaka diye okudum önce. Meğerse Brezilya’da bir Japon diasporası varmış.Orada dikilen kiraz ağaçları onların diktikleriymiş.
Japonya dışında en fazla Japon Brezilya’da yaşıyormuş. Bizim Almancılar gibi kalkıp Brezilya’ya gitmişler kahve plantasyonlarında çalışmaya. O sıralar feodalizmin sonu Japonya acayip fakirleşmiş, özellikle kırsal kesim. İlk göçmenler 1908 yılında 790 kişi,- çoğunluğu çiftçi – gidiyor. O sıra azalmakta olan İtalyan göçmen işçilerin açığını kapatıyorlar.İlk yedi yıl 14,983 kişi gidiyor. 1. Dünya savaşı patlak verdikten sonra sayı çok artıyor.Uzun saatler az bir paraya çalışıyorlar.Ne yedikleri içtikleri ne dinleri ne dilleri hiç bir şey uyumlu değil, acayip kültür şoku.Daha sonra zorunlu asimilasyon politikası uygulanmaya başlanıyor, ama Brezilyalılar pek de başarılı olamıyorlar bunda. Zaten Japon olmayanlarla evlenmeme gibi bir alışkanlıkları var.Bir Brezilyalı tarihçi ve sosyolog Oliveira Viana “Japonlar sülfür gibi, çözülmüyorlar.” demiş. Brezilya 1942 yılında Japonlara savaş ilan edince daha da zor günler başlamış. Okulları kapatılmış, motorlu taşıt kullanmaları yasaklanmış, çoğu tutuklanmış, sürülmüş, kamplara konulmuş. İstenilmeyen ve asimile edilemeyen bir ırk olarak görülmüş velhasılı kelam.
Şimdi kahvemi içerken kahve plantasyonlarında çalışan Japonlar geliyor aklıma, ne ilginç. Bir de Japonlar dünyanın hemen her yerine bir vesileyle fidan hediye etmişler. ne bileyim işte 1912’de büyüyen dostluk nedeniyle 3020 ağa. Amerika Birleşik devletlerine hediye edilmiş. Daha önce 2000 tane vermişlermiş de 1910 felaketinde mahvolmuşmuş ağaçlar, bak bak takip de var yani. 2000 yılında Japon Kadınlar Kulübü Hollanda’ya 400 ağaç hediye etmiş.Bu fidanlardan 200 tanesinin Japon, 200 tanesinin de Hollandaca kadın adı varmış. Ben de bizim bahçedekilerden birine Murakami diğerine de Kimura Takuya mı desem acaba ? Tabii bu Sakura araştırmamdan sonra Japonya ile ilgili başka araştırmalar da yaptım, özellikle de ensest konusunda, ama bu başka bir yazının konusu olsun.
Bir de bu ara Zeynep Hanım, Bir Türk Kadınının Avrupa İzlenimleri adlı kitabı okudum. Önsözünü de Buket uzuner yazmış. Zeynep Hanım Pierre Loti’nin Bezgin Kadınlar romanında anlatılan iki kadın karakterden biri. Diğer Hanım da kızkardeşi zaten. Hariciye Nezareti Genel Sekreteri Nuri beyin kızı. Fransızca, İngilizce, Arapça, Farsça, Rusça, Yunanca biliyor. ( 1884 – 1925 ) Abdülhamit baskısından dolayı ülkesini terketmek zorunda kalmış. 1906-1912 yılları arasında feminist gazeteci Grace Ellison’a yazdığı mektuplardan oluşan kitap, zamanı ve o zamanda yaşamak durumunda olan aydın bir Türk kadınının duygularını, yaşadıklarını anlatıyor. Buket Uzuner bu kadını gezgin büyükannesi olarak görmüş. Kendisinin Bir Siyah saçlı Kaıdnın Gezi Notları, Şehir Romantiğinin Günlüğü ve New York Seyir Defteri kitaplarını okumuş ve sevmiş biri olarak bu heyecanını anlayabiliyorum.
Zeynep Hanım yurtdışına kaçar, ama orada gördüklerinden de pek memnun olmaz. ( Velhasıl dünyanın her köşesi kadınlar için zor) Hamit rejimini anlatırken erkeklerin de kadınlar kadar tehlike içinde olduğunu belirtir. Şöyle der :
“Evini gece gündüz polislerin gözetlemesinin ne demek olduğunu düşünebiliyor musun? Yaşamının, yalnızca canının istediği bir öykü uydurarak seni yok edebilecek bir sefilin merhametine bağlı olduğunu bilmenin yarattığı öfkeyi düşünebiliyor musun ?Ne denli aptalca ve olanaksız olursa olsun, merkez her iftirayı dinler. Sultanın yaşamının tek eseri zavall teb’alarını gözetletmek ve cezalandırmak olmuştur.Hafiyeleri ne derse inanır.Yargılamaya gerek yoktur.O andaki mizacına göre hüküm verir- sanığı ya zehirletir ya da Arabistan’ın sağlığa en zararlı bölgesine ya da Trablusgarp çölünün en ücra köşesine sürgün ettirir; çoğu kez de cezalanan talihsiz niçin mahkum edildiğini bile bilmez.”
Tam da kendisini özgür hissetmişken :
“.. Akşamın bu saatinde dışarıda olabilmek ne güzel. özgür olan ( Ya da özgür olduğunu düşünen ) ben, ne yaptığımı soran bir Türk polisi olmamasından mutluluk duyuyorum.
Ama ne yazık! Ne yazık ! Özgürlüğümden söz etmekte biraz acele etmişim. bu sessiz kentte bile fark edilmeden dolaşamayacak mıyım ? Bir gümrük memuru, ” Deklare edilecek bir şeyiniz var mı ? “diye soruyor bana.
” Evet, ” diyorum, “sizin bu Batı adetlerinize ( custom sözcüğüyle oyun yaparak ) duyduğum nefret ve yaşıyor olmaktan duyduğum sevinç.”
Zeynep Hanım özgür olmak için kaçtığı Avrupa’dan hayal kırıklığı içinde geri döner. 38 ya da 40 yaşındayken de ölür. Şimdi kendisiyle ilgili daha ayrıntılı bilgi almak için önerilen iki kitabı alıp okumayı düşünüyorum. Bir mektubunda şöyle yazmış :
“Her ülkede – bir avuç bile olsa- sınıfını aşan, ulusunu aşan, kendisi olmaya cesaret eden kadınlar var. En çok takdir ettiğim, işte bu kadınlar. Her zaman tanımak isteyeceklerim de işte bunlar, çünkü onlara tüm dünya çok yakın.” Zeynep Hanım da bu kadınlardan, onun için onu daha çok tanımak istedim. Sınıfını aşan, ulusunu aşan kadınların çoğalmasını ne çok istiyorum. Kendisini küçülttükçe küçülten, eşitsizliği normalleştiren, bunu da alçakgönüllülük ve doğal olmak addeden kadınları sevmiyorum ben. Kendini değersizleştirdikçe, başkalarının algısı seni daha değersiz kılıyor çünkü.
Son olarak dün kızkardeşim ve kadim arkadaşım Hatice ile Kınalıada’ya gittik. Ben adalara bayılırım. Adalar hakkında birazcık şurada yazmıştım. Hava serinceydi, ama benim en sevdiğim hava. Büyükada ve Heybeli’nin aksine çok az kişi vardı. Yürürken çoğunlukla kedi ve köpeklere rastladık. Sohbet ettik, hava aldık, şükrettik. Eskiden Kınalıada’ya anneannemle yüzmeye giderdim, en temiz deniz oradaydı çünkü. Kıpkırmızı olur geri dönerdim. Topraktaki demir ve bakırdan geliyormuş adanın adı. Azıcık da kendime benzetiyorum. Benim takma adım da Kınalı Yapıncak olduğundan herhalde. Taş da topladım, en kısa zamanda boyamak niyetindeyim. Bir tane de kozalak buldum ilginç, eve gelip onu da diğer kozalaklarımın arasına ciddiyetle yerleştirdim. Bir dahakine Burgaz yapmalıyım diye düşünüyorum, çünkü ne demiş Orhan Veli :
Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.