Bugün de bu üç yerin fotoğraflarını paylaşıp, anlatmaya karar verdim. Postman’s Park, St Paul’s Katedral’e yakın bir park. 1900’lerde burada kendilerini başkaları için kahramanca feda edenlere adanan bir yer oluşturulmuş. George Frederic Watts’ın ” Memorial to Heroic Self – Sacrifice” anıtında 54 anma tableti var. En erken tarih bir pandomim sanatçısı Sarah Smith’e ait. 1863 yılında ölmüş. Sonuncusu ise Leigh Pitt o da 2007 yılında boğulmuş. Anılanlardan en küçüğü 8 yaşındaki Henry Bristol, en yaşlısı ise 61 yaşındaki Daniel Pemberton. Bu sıradan kahramanların kimisi kardeşini boğulmaktan kurtarırken ölmüş, kimisi hastasını tedavi ederken. Ama her öykü hazin.
Yine bu parkın yakınlarında Londra Müzesine gittik. Şehir müzeleri hoşuma gidiyor. Bu müzede de Londra şehrinin tarih öncesinden günümüze kadar kent yaşamını izleyebilirsiniz. Müze 1976 yılında Barbican’ın hemen bitiminde açılmış. Ücretsiz bir müze. Yalnızca sergileri gezeceksiniz para veriyorsunuz.
Barbican Centre 2. Dünya Savaşı sırasında bombalarla yıkılan bir alana yapılmış, bir konut, ticaret ve sanat kompleksi. Tiyatro, konser ve sinema salonlarının yanı sıra galeriler , kütüphane ve çok güzel bir limonluk da var. Biz tabii en çok limonluğa bayıldık. Hele bir succulent ve kaktüs koleksiyonu vardı ki, Kew Gardens’a gidene kadar burası aklımızda kaldı. Manyak gibi fotoğraf çekmişim, bu konuda Japonları aratmıyorum. Japonların bana fahri vatandaş kimliği vermesi lazım. Güney Korelilerin ise beni doğrudan vatandaşlığa alması gerekir kanısındayım.
Biz Hüsam ile son zamanlarda succulent yetiştirme işine çok daldık. Hüsam succulent designı da yapıyor. Ev hemen her çeşit succulent dolu. O yüzden succulent gördüğümüz zaman ağzımız yüzümüz değişiyor resmen. Çiçekli bitkiler de çok güzeldi. Limonlukta ayrıca minik bir havuz da vardı. İçinde de koiler.
İnsan böyle güzel bitkilerin olduğu yerlere gidince, hemen eve dönüp kendi bitkilerini de bakıma almak istiyor. Her şey hayvan, bitki canlılarla güzel.