Yok olmasına da, yine de korkudan üç buçuk attığımız günlerdeyiz. 2020 felaketler açısından hızlı girdi. Zaten astrolojik olarak depremleri tetikleyen dizilimler mevcut, bir kez de yanılsın sistem diyorum, olmuyor. Geçen Zaytung’ta bir haber vardı, “2020 yılında hedefim kilo vermek, dil öğrenmek” filan diyenler, “Bu yılı sağ çıkarsam yeter!” demeye başladılar” diyordu. Güldüm tabii, ama yanlış da değil.
Ben depremlerle ilgili şu yazımda 1999 depreminde yaşadıklarımı ve bir kitabı anlatmıştım. Çok az bölgesinde deprem tehlikesi olmayan bir ülkede yaşıyoruz. Her depremde “Hadi toplanıp Konya’ya gidelim.” geyiği yapılır. Sonra hemencecik unutulur, bir sonraki depreme kadar. “Deprem öldürmez, bina öldürür.” sözü de her depremde zikredilir. Bu seferki Elazığ depreminde de dört binanın ortasındaki muhtemelen kolonları kesilmiş binanın yıkılması bunu doğruladı. O binaların ya da kontrolünün düzgün yapılmaması asıl sorun. İnsanlar; binaları çürük çıkar, boşaltma zorunluluğu doğar ve ortada kalırlar diye binalarını bile kontrol ettirmiyorlar günümüzde. Deprem yönetmeliğinden önce yapılan uygunsuz binalarda oturanlar, başka yerlere çıkacak ekonomik güçleri olmadığından korka korka kalıyorlar o binalarda. Okullar, kamu binaları sözde güçlendiriliyor, ama 7 üzerindeki bir depremde o binaların sırf güçlendirilmeyle ayakta kalacakları çok şüpheli. Deprem konusunda en bilinçli görünenlerimiz bile, o sarsıntı başladığında çoğu kez öylece kalakalıyoruz korkudan. Deprem toplanma yerleri diye belirlenen yerler ise -ki ben İstanbul’dakileri biliyorum sadece- tek kelimeyle komik. Taşındığımız evin civarında depremde toplanılacak yer diye işaretlenen parklar, park demeye bin şahit isteyen minnacık yerlerdi. Böyle 10 -20 kişi ayakta duracaksınız o kadar, sıkış tepiş, üstelik bazıları camla kaplı büyük plazaların dibinde. Böyle mi olmalı? Öte yandan İstanbul’un da, büyük şehirlerden İzmir’in de depremde yıkılacak çok binası olduğunu hepimiz biliyoruz, biliyoruz da çoğumuz çaresizlik içindeyiz. “Kader bu, ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” diye türkü çağıranlar da var, oralara hiç girmiyorum.
Bir de Dyson Lin fenomeni var ki o da evlere şenlik. Bu Tayvanlı amcamız Akhisar depremini bilince sürüsüne bereket Türk takipçisi oldu, yetmedi bir de Elazığ depremini bildi, o kadar çok Türk tarafından takip edildi ki yakında Türkçe öğrenmeye başlarsa şaşmam. Tabii bir süre sonra şarlatan diyenlerden, küfredenlere, alkış tutandan, nefret edene, Türkiye’ye davet edenden, alay edene bir çok takipçisi oldu. Kimi; niteliksiz dolandırıcı, trol diyor, kimi, bilim adamı, kimi de kahin. Tek doğru olan şey adam sayemizde sosyal medya fenomeni oldu. Fakat o da bir süre sonra mesajlardan ambale olunca ” Ne yapayım, olacak depremi öncesinden değil de, olduktan sonra mı söyleyeyim? Yoksa bildirmeyeyim mi?” filan demeye başladı. Bu sefer de ” Trip mi atıyon çen? Küstün mü bize çen?” diye iyice gırgıra almaya başladılar. Adam tabii kiminle dans ettiğini bilmiyor zavallım. Yakında tası tarağı toplayıp Twitter’dan filan çıkacağını öngörüyorum ben, bizimle uğraşmak kolay değil.
Tabii en sinir bozucusu ise milliyetten yola çıkarak “Ölsünler” diyenler, kişileri hedef alarak “O üzülmedi, bu yardım etmedi.” diye linçlemeye kalkanlar, en duyarlı kendisinin olduğunu söyleyenler, yardım edeni şov yapmakla suçlayanlar, FB gibi mecralara “Geçmiş olsun Elazığ” yazdığında kendisi ve kendi akrabaları dışında kimsenin görmeyeceği bu ibareyi yazmayanları suçlayanlar, toplanan yardımların – hangi taraftan olursa olsun – yerine ulaşmayacağına adı gibi emin olanlar, evlerinde -kendilerine göre – kim haklı kim haksız karar verenlerdi.
Corona virüsüne gelince özellikle benim gibi OCD olanlar için uyku kaçırıcı bir olay. Şimdilerde hava alanlarına filan gitmeye korkar olduk. Yanımızdan bir Uzak Doğulu geçsin, nefesimizi tutup, karşı kaldırıma geçiyoruz. Tabii bizim için çekik gözlü olması yeterli, Güney Koreli, Kazak, Japon, Tatar vs olabilir, ama bu onların Çinli olduğu gerçeğini değiştirmez (!) Corona virüsü duyulduğunda önce canlı yarasa ve canlı fare yavrusu yiyen Çinlilerin videoları dönmeye başladı sosyal medyada. Daha önce de tavuk ayağı ve canlı ahtapot yiyen Koreli videosu izlediğim için çok da etkilenmedim. Ama sosa banılıp ağza atılan yavru fare görüntüsü
bir süre iştahımı kesti tabii. Bir tartışmadır başladı. Bu adamlar bunları yerlerse olacağı budur minvalinde. Tabii tavuk, koyun, inek yiyenler, bunların canlı canlı fare yemekle aynı olmayacağını savunurken, veganlar “Aynı şey” dediler. Bu konuda da yazdığım bir yazı vardı, işte linki şurada. Bu videolardan sonra da Çinlilerin Uygurlara yaptığı zulümden dolayı ölmeleri gerektiğine dair bazı görüşler çıktı. “Ah işte Allah cezalarını verdi!” sözleri havalarda uçuştu. Bu, deprem olayında da vardır, “İşte açılıp saçılanlar yüzünden bu Allah’ın bir cezası” gibilerden, Sanki depremlerde herkes ölmüyormuş gibi. Corona virüsünün Uygur Türklerine uzaktan selam verip geçtiğini düşünüyorlar herhalde. Bunları söyleyenler devlet politikalarının tümünün halkı tarafından onaylandığını da düşünüyor olmalı. İş cezalandırılmaya gelince hangi ülke sütten çıkmış ak kaşık ?
Bizde maske takana ne kadar acıyarak bakıldığını fark ettiniz mi ? Kanser geliyor sanırım hemen akla. Buna rağmen İzmir’e gidiş dönüşümde hava alanlarında her zamankinden daha çok maske takan kişi gördüm. Korku dağları bekliyor demek ki. Korku demişken uçarken de özellikle dönüşte türbülans vardı, tırsa tırsa uçtum. Bu uçak korkusuyla ilgili de yazmıştım. İşte o da şurada.
Tabii bu arada, basketbolun devlerinden Kobe Bryant’ı da kaybettik bir helikopter kazasında. Onun için de ” Bize ne?” diyen oldu . Ama o Soma ile ilgili tweet atarken ” Bana ne?” dememişti diyen de oldu. Ben bir basketbol aşığı değilim, takım sporlarından da çok hoşlanmam, ama spor yapmak isteyen milyonlarca çocuğa, gence ilham kaynağı olmuş, konusunda uzman bir insanı kaybedince insan üzülüyor. Depremde binanın altında kalana da üzülüyorsunuz, düşen uçakta ölene de, virüs yüzünden yitirilenlere de, niye giderek iyice duyarsız olduk biz ? Ona gebersin, buna oh olsun, hem sadece yabancılara da değil, biz kendi içimizde de çok çifte standartlıyız. Bizim gibi düşünene acıyoruz sadece, diğerleri ölüp gidebilir. Sosyal medya yorumlarını okumak beni sinir ediyor.
Bazen Twitter’da olma işini toptan bırakmalı mıyım diye düşünüyorum. Çünkü okudukça sinirleniyorum, sinirlendikçe daha çok okuyup kısır döngüye giriyorum Seksenler dizisinin babası gibi. 🙂 Pek çok bilgiyi hızla tarafımıza ulaştırıyor. Bazen doğru olmayan bilgiyi de dağıtıyor diyebilirsiniz, ama onların içinden doğruya ulaşmak da sizin sağduyunuza kalmış. Sonrasında dava edilmeniz de olası. Ama tüm dünyada en azından tek elden yayılan haberlere mecbur kalmamamızı sağlıyor. Bu aralar Zeynep Atikkan ve Aslı Tunç’un ” Blogdan al haberi” adlı kitabını okuyorum. YKY’dan çıkmış. Çeşitli ülkelerde sosyal medya ve blogların durumunu irdeleyerek pasif okuyuculuktan katılımcılığa geçişi anlatıyor. Değişen habercilik anlayışını inceliyor. Digital çarkların da her ülkede farklı döndüğünü anlatıyor. Bizdeki durumu hepimiz biliyoruz anlatmaya gerek yok, diğer ülkelerde durum nasıl bir göz gezdirmek isteyenin kitabı okumasında yarar var. Gerçi 1. baskı 2011 tarihli ve bu konu en çabuk değişen ve gelişen alanla ilgili. Yine de kitabı yararlı buldum.
Bu yılı kazasız belasız çıkarmanız dileğiyle.