Yürümeyi çok seviyorum. 1992 yılında geçirdiğim bel fıtığı ameliyatından sonra, artık yürüyüş ve yüzmeden başka spor yapamasam da, yürümeyi oldum olası severim. Yürürken pek çok şey yapılabilir çünkü. Ben düşünürüm, etrafı gözlerim, müzik dinlerim, hatta içimden öykü yazarım. Günü değerlendirdiğim, planlar yaptığım, geçmişi, geleceği düşündüğüm,kedi sevdiğim, bulunduğum çevreyi didik didik ettiğim anlar yaşarım çoğu kez.
Evhamlı, savcı bir babam olduğu için çok küçükken sokakta oynayamamışım. Beş yaşında okula başladığımda özgürlüğümü elime almanın keyfiyle, sokaklarda düşe kalka yürümeye ve koşmaya başladım. Bir gün komşu anneme sabahları benim nasıl okula gittiğimi fark edip etmediğini sormuş. Ben zıplayıp, yağmur birikintilerinin içine gire çıka yürüyormuşum. Annem hep ayakkabılarımı erken eskittiğimi söylerdi. Çok da sakar bir insan olduğumdan, dizlerim hep yara bere içinde olurdu. Yer beni kendine çekiyor gibiydi. Aradan geçen bunca yıl, sakarlığımdan çok da fazla bir şey götürmedi, hala yara bere içinde dolaşırım. Keçi gibi tırmanmayı da severdim. Bir gün ağaçtan düşer, diğer gün duvardaki kediyi çağırırken üzerime atlayan kedi yüzünden bacaklarım tırmık içinde eve gelirdim. Hele bir gözlerim kapalıyken çizgilere basmadan yürüyebilecek miyim, hikayesi vardır ki, resmen elektrik direğine kafamı çarpıp, o sıralarda oralardan geçen hastabakıcı sayesinde kafam sarılı eve dönmüştüm. Bir kez de okul dönüşü bir eşeğe çarptığımı anımsıyorum.
O dönemlerden anımsadığım en mutlu anılarım Seferihisar’da babam ve annemle Sığacık yoluna doğru yaptığımız yürüyüşleri içerir. Mandalina bahçelerinin arasından geçer, yürüyebildiğimiz kadar yürürdük. Bulunduğumuz yer küçük bir ilçe olduğundan pek çok kişinin arabası yoktu zaten. Okula yürüyerek gidip gelinir, çarşıya pazara ve komşulara hemen hemen her yere yürünürdü. Uşak’a tayin olduğumuzda bir süre sonra sınıf geçme hediyesi olarak anneannemin aldığı bir bisikletim oldu. Yürüyüşün yanısıra, arkaya oturttuğum kız kardeşimle oraya buraya gitmeye başladık. Arabamız da olmadığından onun dışında her yere yine yürürdüm.
Üniversiteye başladığımda da Bebek’e, Etiler’e, Hisarüstüne şuraya buraya hep yürüdüm. Bir gün yurttan arkadaşlarla Vefa’ya kadar yürüyüp boza içtiğimizi anımsıyorum. Şimdi düşündüğümde biraz abartmışız diye düşünüyorum, ama gençlik de abartmak için değil midir ? O dönemde doğa yürüyüşüne çıkan, dağcı olan çok arkadaşım oldu, ama sanırım ben gruplara katılmaktan pek hoşlanmadığımdan çok ilgilenmedim. Aslında bir süre sonra tek başıma yürümekten daha çok hoşlandığımı fark ettim. Birileriyle birlikte yürüdüğümde, hem istediğim tempoyu, kendi tempomu tutturamadığımdan, hem de yürürken yapmak istediklerimi yapamadığımdan.
Hava kötü olduğunda yürüyüş yapabilmiş olmak adına koşu bandında yürüdüğüm de oluyor. Eskiden TV seyrederek yürürdüm. Şimdi bandın karşısına bir raf koydum, bilgisayarımı oraya koyup istediğim dizileri izleyerek yürüyorum, tabii bu yürüyüş asıl kastettiğim yürüyüşlerden farklı. Yine de yürürken bir saatin geçtiğini anlamıyor insan. Diğer zamanlarda dışarda yürüyorum. En sevdiğim yürüyüş parkurlarından biri Kriton Curi Parkı. Evimden oraya sekiz on dakikada ulaşıyorum.
Kriton Curi Parkı’nın benim için en güzel özelliklerinden biri pek çok kedinin ve kedi evlerinin olması. Her yürüyüşümde durup birini ya da ikisini seviyor, ya da fotoğraflarını çekiyorum. İki ay kadar önce İstanbul’un sokak kedilerini paylaştığım bir instagram hesabı açtım. ** Zaten şimdiye kadar gittiğim her yerde kedilerin fotoğrafını çekerdim, şimdi artık hepsini topladığım bir sosyal medya hesabım da olmuş oldu. Durup kedileri sevmek, ya da fotoğraflamak bazen tempomu düşürüyor, ama benim için yürüyüş bir spor değil nasılsa.
Sahil yolu bir başka yürüyüş parkurum. Orada da hem denizi görebiliyor, hem de kayaların arasında, çimlerde oynaşan kedilerle haşır neşir olabiliyorum. Bir başka ilgi alanım kuşlar için de burası uygun bir yer, martılar ve karabataklar en sık rastladıklarımdan. Martı deyince aklıma Atlantic City’de okyanus kıyısında yaptığım yürüyüşler geliyor. Kuşların göç alanı olduğu için hayatımda görmediğim kadar çok martı ve başka su kuşları görmüştüm. Yurtdışına gittiğimde parklarda dolaşmak da en sevdiklerimden. Kensington Gardens’da yaptığımız sabah yürüyüşleri bazen aklıma gelir, sincapları beslediğim minik göletlerdeki kuşları seyrettiğim o güzel anları düşünür, gülümserim.
Bizim ülkemizde zaten yeşil alanlar giderek yok oluyor. Ama göller, göletler, çaylar, dereler, nehirler, bunların içinde ördekler, kuğular ve başka kuşlar ne kadar az. Var olanlar da ya pis, ya kirletilip kurutulmaya çalışılıyor. Halbuki dünya başka canlılarla güzel. Arabaların arasında, caddelerde hava kirliliği, egzost dumanı arasında yürümek istemediğiniz de yürüyebilecek bir yer bulmak çok zor. Aslında arabalar olmasa ve hava temiz olsa şehir içinde yürümekten de çok hoşlanırım. Özellikle Tarihi yarımada elimde fotoğraf makinası hayranlıkla seyrederek dolaştığım yerlerdendir. Bir geziye çıktığımda elimden geldiği kadar yürüyerek dolaşırım, o sokak aralarında gittiğim yerin insanlarını tanıtacak ne ipuçları saklıdır. Yalnızca kendi evimin yakınında yürüsem bile, yeni açılan bir nalbur, daha önce fark etmediğim bir kitapçı, ya da kırtasiyeci, sıradışı olmayan bir terzi dükkanı ya da pastaneye rastlar, mutluluk duyarım.
Yürürken benim için olmazsa olmazlardan biri müzik dinlemek. Önceleri walkman zamanları , walkman’im vardı. Sonra portatif , minik bir CD çalar, şimdi de bir IPod eşliğinde yürüyorum. Geçtiğimiz yıl biraz arsızlık edip bizimklilere kırmızı bir tane aldırdım. Üzerine de “Live Long and Prosper” yazılmasını şart koşarak. Bu tip utanmazsızlıklar yaptığım pek nadirdir. Ama o yılın doğum gününde hep aksilikler üstüste geldi ve değer verdiğim tek önemli gün olan doğum günüm de abuk subuk bir biçimde istediğim gibi kutlanamadan geçmiş oldu. O kızgınlıkla, sonradan ne iyi olmuş dediğim Ipod’uma kavuştum. Şimdi istediğim albümü yükleyip, temposuna göre hızlı ya da yavaş yürüyebiliyorum.
Bazen kendime bu albüm bitene kadar yürüyeceğim diyorum, bazen de saatime bakıp bir saat kadar yürüdüğüm oluyor. Dinlediklerim içinde Cazdan Kpop’a, Klasik müzikten Rock’a kadar pek çok tür var. Karışık dinlemek istediğim de oluyor. Ama o zaman Ella Fitzgerald’tan bir parça dinlerken aniden Kani Karaca’dan bir ilahi karşıma çıkabiliyor. Ya da Queen ile gayet tempolu yürürken Süleyman Erguner ney üflemeye başlayınca, tempo düşebiliyor. Müzik zevkim de pek çok şeyde olduğu gibi aşure olunca bu gibi olaylar olması kaçınılmaz. Son zamanlarda yürürken iyice Cevat Kelle gibi tam teçhizat dolaşıyorum. O yüzden sırt çantasıyla dolaşmak şart gibi. Alerjik olduğumdan yanımda mendil, sık susadığımdan su, fotoğraf çekerim diye kamera, kulaklık, telefon, bir yerde oturursam okurum diye kitap derken hiç bir zaman hafif bir biçimde yola çıkamıyorum. Kuş gözleme olayına bulaşalı teçhizata bir de dürbün eklendi. Teleskop aldığımda ne halde olacağım, düşünmek bile istemiyorum.
Eğer doğada yürüyeceksem mutlaka bir sopa bulur, alırım. Yokuş çıkarken çok yararlı olur. Bir de çakal, vahşi köpek gibi hayvanatın olduğu yerlerde korkutma amaçlı kullanılabilir. Gerçi kedi, köpek ve diğer hayvanlarla içimden konuşup, onları sakinleştirebilme gibi bir yeteneğim olsa da, yokuşlar pek de sevmediğim şeyler.Bronşit yatkını, alerjik bir insan olduğumdan biraz zorlanınca hemen nefes nefese kalırım. Okuldayken de yokuşlar beni mahvederdi. Bu sopalar biraz yardımcı oluyor. Doğa yürüyüşlerinde ağaç, ot, toprak çiçek böcek incelemekten, kozalak, çalı çırpı, deniz kenarındaysam deniz kabuğu, minare toplamaktan doğru düzgün yürüyemem. Evin içi başkalarının dönüp de bakmayacağı, hatta çöp olarak gördüğü, ama benim tarihi eser gibi baş köşelere koyduğum bir çok nesneyle doludur. Bahçem olduğundan bazen başka bahçelere çok takılırım. Tohum topladığım, ya da çiçekleri daldırayım diye bir dal çaldığım olmuyor değil. Bu ağaçtan da dikeyim, şu çiçekten de olsa gibi düşüncelerle, bazen yolu kaybedip abuk subuk sokaklara daldığım olur. Zaten yön duygum çok fazla gelişmemiştir. Bazen çok sık gitmediğim yerlerde kaybolur, bir erkek gibi kimseye de yolu sormadan gecikmeli de olsa eve dönerim.
Twitter’da ve bazı başka yerlerde yagmurusevenkadin adını kullanıyorum. Yağmuru pencereden seyretmekten çok da, yağmurda yürümekten, ıslanmaktan hoşlanırım. Dolayısıyla bir çift yağmur çizmesi, yağmurluk hazırda bekler. Şemsiye kullanmaktan pek hoşlanmam, dolayısıyla kapüşonu olan bir anorak yeter de , artar bile. Sokaklarda ” Bu sabaaah yağmur var İstanbul’daaaa” diye hiç utanmadan şarkı söyleyerek yürüyen birini görürseniz; şarkı söylerken bir yandan da ıslak kedileri beslemeye çalışıyorsa, bilin ki o benim. Günlük ilacımı almak için sokakları arşınlıyorum mutlulukla.
* Hipokrat
** https://instagram.com/istanbulstraycats/
Permalink //
Nilgün’cüm,
Yazılarını okudukça,
benim seninle ayni zamanlarda benzeri olayları, ayni duygularla
yaşadığımı sanıyorum.
Ege ve özellikle Seferihisar tasfirlerini aynen hissediyorum…Mandalina bahçelerinin
kokusunu duyuyorum…
Sakarlığını ne kadar sevimli ve içten analatıyorsun.
Beni güzel anılara taşıyorsun. Teşekkürler…
Permalink //
İnsanın çocukluk gözlemleri ve anıları aklında çok net ve canlı kalıyor. Hele de güzel şeyler yaşamışsa, biz Seferihisar’ı hep güzel anımsıyoruz sanırım, çocukluğumuzu renklendirmiş ne güzel.