10 AĞUSTOS 2001
Her zaman yumurta kapıya gelmeden işe başlamayan tipler olarak, yine tüm geceyi bavul yerleştirmekle geçirmiştik. Evde yapılması gereken son detayları gözden geçirdikten sonra, iki saat kadar uyuduk. Saat 3.30’da havaalanına gittik. Uçağımız saat altıda kalktı.
Üç saat kırk dakikalık bir uçuştan sonra Amsterdam havaalanına indik. Kanada uçağımız yedi saat sonra kalkacaktı. Ben her zamanki gibi saatimi ayarlamadım. Türkiye ile yaşamak istiyordum çünkü. Hüsam ise saat farkını sordu ve ben iki saat deyince saatini iki saat geri aldı. Havaalanında yedi saati kah dolaşarak kah uyuyarak geçirdik. Dükkanlara baktık, öğle yemeği yedik. Dünyanın pizzasını gövdeye indirdikten sonra en son hatırladığım şezlong şeklindeki kırmızı koltuklarda uyumam. Burak ikide birde “ Anne uçağımızı anons ettiler, kalkıp gidelim” diyor, ben “Sen İngilizce anlamazsın, saçmalama !”diyerek onu susturuyordum. Hüsam ise bizi duymuyordu bile. Sonunda aheste beste kalkıp bir saat kaldı diyerek uçuş yapacağımız kapıya geldik. Alışılmışın aksine kapıda kimse yoktu. Biletleri kontrol eden kız telaşla “ Are you Dogramaci family ? ” diye sordu. O anda gözüm alandaki saate ilişti. Uçak şu anda kalkmış olmalıydı. Saat farkının bir yerine iki olduğunu nereden çıkarmıştım ki ? Kızcağız belki kapıları kapatmışlardır, neredesiniz siz ? diye sordu. Geçen sene Brüksel’de İstanbul uçağını kaçırdıktan sonra bu becereceğimiz ikinci uçak kaçırma olayı olacaktı. Daha önce tren ve otobüs kaçırma gibi vukuatları olan bir aile olarak çok da şaşırmış gözükmedik. Uçuş kartlarımızı alıp koşar adım uçağa gittik. Kapıdaki hostes 200 kişi sizi bekliyor diyerek bizi daha da utandırdı. Maalesef üç kişilik yerimiz başkalarına verilmişti. Sonraki yedi buçuk saati iki kişi arkada bir kişi önde zorlukla bulunabilen yerlerde geçirmek zorundaydık. Ama uçak kalkmamıştı ya, biz buna çoktan razıydık. Geçen seneki Brüksel’den Viyana’ya, oradan İstanbul’a uçma faciasını hatırlayıp, halimize şükrettik. Viyana havaalanında banklarda 5 saat kazık kesilmemizi unutmamıştık tabii.
Burak ve ben kırk numaralı koltuklarda bir İtalyan kız ile oturduk. Önce “Yerini eşimle değiştirip değiştiremeyeceğini” sordum. Tüm valizlerini üste yerleştirdiğini, kalkıp taşımanın çok zor olacağını söyledi. Ben de kızın konuşkan ve sevimli yüzünden etkilenip fazla üstelemedim. Bir süre sonra güvenlik kuralları okunmaya başlandı. Yerdeki bagajların ön sıranın altına sürülmesi gerektiği kuralı okununca ikimiz de gayri ihtiyari ayağımızla çantalarımızı ittik. Sonra birbirimize gülümsedik. Bu tatlı bir sohbetin başlamasına neden oldu.
Kiara Floransa’da oturuyor. Stilist ve aynı zamanda meditasyon dersleri veriyor. Yoga yapıyor ve vejetaryen. Hemen metafizik konuşmaya daldık. Karşılaşmamızın asla bir tesadüf olmadığına karar verdik. Kiara Meksika asıllı Kanadalı erkek arkadaşı ile Montreal’de yaşayıp yaşayamayacağını öğrenmek için işinden istifa etmiş. .Çok çeşitli ülkelerde bulunmuş ve beş dil biliyor. Birbirimize e-posta adreslerimizi verdik ve yazışmak için sözleştik. Bu arada Kanada’nın elektrik sisteminin Avrupa ile uyum göstermediğini ve cep telefonlarının çalışmayacağını öğrendim. Böyle bir şey bekliyordum zaten. Yine sokaklarda telefon peşinde koşturacağız. Otellerden telefon etmek çok pahalıya patlıyor çünkü.
Uçakta en ilgi çekici olay yan tarafımızda yedi yaşlarındaki kızıyla oturan uzun sarı saçlı, iri yarı kadındı. Mavi gözleri ve çekici vücuduyla hoş bir kadındı. Durmaksızın içki istedi ve yol boyunca içti. Kızı ise sessiz bir şekilde kulaklıklarını takmış TV izliyordu. Annesinin ara sıra onunla konuşmasını bile önemsemiyor, ciddiyetini bozmuyordu. Kadın bir süre sonra iyice sarhoş olup, sağa sola sataşmaya başladı. Sol yanımdaki İngiliz kılıklı adam rahatsız olduğunu belirten işaretler yapıyor, yolcular kadına içki getiren hosteslere sinirleniyorlardı. Kadın bir süre sonra içkileri çantasına sokuşturmaya başladı. Küçük şişeleri bulabildiği her deliğe tıkıştırdı. Bazen ayağa kalkıp yüksek sesle konuşuyor, bir hostes gelip onu yerine oturtuyor ve eline minik bir şişe daha sıkıştırıyordu. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Çevresindeki erkeklerle şakalaşıyor , sık sık “fuck you, fuck you! diye bağırıyordu. Erkekler de hem alay ediyor hem cevap yetiştirmeye çalışıyorlardı. Yedi buçuk saat içinde 30 dan fazla küçük şişe tükettiğine eminim. Kızı ise başını kaldırıp etrafa bakamıyordu bile. Bu bana çok dokundu. Böyle bir anne ile yaşamaya çalışmak bu küçük yaşında onun için azap olmalıydı.
11.AĞUSTOS 2001
Uçakta uzun mu uzun bir form doldurttular. Kanada’ya giremeyecek tüm maddeleri belirten bir formda ne getirdiğimizi sorguluyorlardı. Özellikle deli dana hastalığından korkuyorlardı. Çiftliklere yanaşmamamızı tembihlediler. Girerken de ayaklarımızı ilaçlı su dolu bir bezin üzerinden geçirdiler. Bavullardaki ayakkabılarımızı niçin düşünmediklerini anlayabilmiş değilim.
Montreal’a indiğimizde bizi bir bavul faciası bekliyordu. Yaklaşık bir saat bagajların uçaktan inmesini bekledik. Bu arada uçakta iyice sarhoş olan kadın bağırıp çağırmaya valizlerinin nerede olduğunu sormaya başladı. Alan görevlileri onu sakinleştirmeye çalıştılar. Küçük kız yine sessizce bir kenarda duruyordu. Sırtında minik bir sırt çantası ve elinde oyuncak ayısı vardı.
Bagajları aldıktan sonra bekleyen otobüse binerek Ottowa tren istasyonuna geldik. Biz bu kısmın da uçak ile yapılacağını sanıyorduk. Yorgunluktan şok geçirecek haldeydik. Araba kiralayabilmek için telefon ettik. İstasyonda araba kiralama servisi yoktu. Taksi ile havaalanına gidip orada Heertz’den bir Pontiac kiraladık. Yol 2 saate yakın sürdü. Resort’a geldiğimizde in cin top oynuyordu. Check in ofisi ise kapalıydı. Nefis bir göl kenarında evler dizilmişti ve biz delicesine yorgunduk. Arabada geceleyeceğimizi düşünürken bize ayrılan villaya bakmak aklımıza geldi. Bingo… Kapıyı açık bırakmışlardı. Valizlerimizi içeri taşıdık, duş aldık ve dörde doğru uyuduk.
11 Ağustos 2001 ( Ama Kanada’nın 11 Ağustosu bu kez )
Sabahleyin yine de erken kalktık. Ofis saat dokuzda açıldı. Check in yaptırdık. Ofiste doldurulmuş kocaman bir kutup ayısı dikkatimizi çekti. Burak’ın onunla bir fotoğrafını çektim. Göl nefis gözüküyordu. Tesiste kısa bir gezintiden sonra yakındaki minik marketten kahvaltı alışverişi yaptık. Eve gelip balkonda masamızı kurduk ve göle karşı oturup kahvaltı ettik. Evden poşet çay ve Türk kahvesi getirmiştim. Her zamanki gibi peynir sıkıntısı çektik. Buranın peynirlerini sevmiyorum, bakalım büyük marketlerde durum nasıl olacak?
Tesisten annemi ve kayınvalidemi aradık. Sağ salim geldiğimizi haber verdik. Annem yarın ameliyat olacak, sanırım tekrar aramam gerekecek.
Tesiste bulunan çevreyi tanıtıcı kitapçığı inceledik. Calabogie adı buraya yerleşen İrlandalılarca konulmuş, çevreye de İrlandalılar yerleşmiş. 1800’lü yıllarda Madawaska nehrinde yapılan kereste işiyle başlamış her şey. Calabogie gölü de bu sayede ortaya çıkmış. En yakın yer Renfrew. İlk durağımız da orası oldu.
Kısa bir çevre gezisinden sonra bir AVM’de dolaştık. Küçük bir şeydi. Hele Amerika’dakilerle karşılaştırılınca. Etraf yemyeşil, göl ve nehirler harika. Kanada doları 900 TL kadar. Ama çoğu şey pahalı. Sebze meyve hele peynir bol değil. Damak tadımıza da uygun değiller. Feta denilen Yunan peyniri ki bizim bildiğimiz beyaz peynir minik dilimler halinde fahiş fiyata satılıyor. Domatesler de renksiz ve tatsız.
Geri döndükten sonra dört civarında göle girdik. Sığ ve su sıcak. Burak çocuklarla arkadaş oldu. Ona çeşitli sözcüklerin Türkçe’de nasıl söylendiğini sordular ve bol bol güldüler. Etrafta Fransızca konuşan yok. Herkes İngilizce konuşuyor. Televizyonda da İngilizce kanallar çoğunlukta. Uydu bağlantısı var. İki tane Fransızca kanal keşfettim. Haberleri dinlemeye başladım. Talk showları ve filmleri de.
Burada haberlerde işlenen konular bizim haberlerden farklı, ya bir çocuğun bacağını parçalayan köpekbalığından, ya bilmem ne nehrindeki timsahtan, ya da son zamanlarda onları epeyce panikleten öldürücü Nil sivrisineklerinden söz ediyorlar. Geçen sene Amerika’ya gittiğimizde de bu sivrisinekler başımıza bela olmuştu. Beyine yerleşen bir virüs ölüme neden oluyormuş. Amerika’da 8 kişi ölmüş, Kanada’da sadece kuşlarda görülmüş. Ama Toronto sınırına gelip dayanmış. Hemen de huylanıyoruz tabii. Hüsam aldırmıyor pek.
12 Ağustos 2001
Hüsam’ın doğum günü. Sabah erkenden kalkıp duş aldık. Ardından bir kano kiralayıp bir saat boyunca gölde dolaştık. Harika bir şeydi, tüm gölü turladık. Kenarlarda nilüferler vardı. Hepimiz can yeleklerimizi giymiştik tabii.
Sonra göle girdik ve Burak bisiklet kiralayıp dolaştı. TV’de ilginç filmler yakalanabiliyor. Bugün Kübalı trumpetçi Arturo Sadoval’ın yaşamıyla ilgili hoş bir film seyrettik. CD’lerine bakmaya karar verdim. Filmde aşk, politika-ki Fidel Castro dönemini başarıyla sergiliyordu- ve müzik vardı. Dizzy Gillespie ile ilgili bölüm ve müzikler çok hoştu. Dışarıya çıkmamız bu yüzden gecikti.
Daha sonra yakındaki bit pazarına gittik. Her tarafta sanki çok büyükmüş gibi “Flea market” ( Bit pazarı ) yazıları vardı. İçerisi ise bizi hayal kırıklığına uğrattı. Atılacak ne varsa her şeyi biriktirmişler. 16 yıllık evlilik dönemimizde bizim daha çok şey attığımız, onlarla bunun gibi iki market açabileceğimiz geldi aklımıza. Sonra kendimize dondurma aldık. Dönüşte marketten alışveriş ettik. Akşamüzeri uyudum, boğazım ağrıyordu.
Gece ise meteor yağmuru vardı. Yıldızlar harikaydı. Hemen yakındaki şezlonglara birer battaniye atarak uzandık ve seyre koyulduk. Ben üç tane meteor gözledim kayan. Hava epeyce serindi, üşüyüp içeri kaçtık.
Buranın gazete ve dergilerini okuyorum. Ayrıca Krayon’larımı da getirdim. Bu metafizik kitaplarını okumaktan yakında uçup gideceğimden korkuyorum. Sıcak dört beş renkten oluşan ebruli bir yün ve şişler alıp battaniyemi örmeye devam ettim. Desen çok güzel oldu. Kanada’ya gelip şiş ve yün alıp battaniye ören kaç kişi vardır acaba ?
Villamızın hemen yanında bir sincap deliği var. Aslında bu hayvan sincabın küçüğü, adı chipmunk. Çocuklar chippy chippy diye peşlerinden koşturuyorlar. İlk gece bir kokarca da görmüştük. Büyük martılar ve ördekler de görüyoruz. Bu sabah martıları besledik. Hepsinin fotoğraflarını çektim.
Gölde balık tutmak ruhsata tabii ve ruhsatlar markette satılıyor. Yalnız çok pahalı, almaya değmeyeceğini düşündük.
Film aldım. Burada 36’lık film yok . Hepsi 24’lük umarım güzel çıkarlar. Gölün pek çok panoramik fotoğrafını çektim.
13 AĞUSTOS 2001
Bu sabah kahvaltıdan sonra çevreyi gezmek üzere yola koyulduk. Artık arabayı ben de kullanmaya başladım. Yollarda “Dikkat geyik çıkabilir” işaretleri… Ama çıkan geyik filan yok. Bu arada ezilmiş kunduz ve kokarca ölüleri gördük. Bizde ki kedi köpeklerin yerine. Orman içinden geçerek biraz da kaybolarak, kayboldukça da birbirimizi suçlayıp durarak bir yerlere ulaşmaya çalıştık. Yine yakında bulunan Calabogie’den daha büyük bir göl olan White Lake’den geçerek Lanark Bölgesi olarak anılan bölgeyi gezdik. Burası Kanada’nın Maple Syrup / Akçaağaç Şurubu bölgesiymiş. Maple Syrup ise Akçaağacın gövdesinden elde edilen ve pancake üzerine tatlandırıcı olarak sürülen bir ürün. Kanada’nın turistik mamullerinden, her yerde bunlardan satılıyor. Kanada’nın amblemi de Akçaağaç yaprağı zaten.
Almonte ilk durağımızdı. Burada yoğun bir İskoç nüfusu olduğunu sanıyorum. Tüm dükkanlarda minik İskoç bebekleri ya da figürleri var. Ayrıca bu yakınlarda bir İskoç festivali varmış, onun davetiyelerini satıyorlar. Hediyelik eşya dükkanlarına baktık. Maple Syrup kutuları hoştu. Bir dükkanın penceresine her dilden “Günaydın” yazılmış, Türkçe’nin de olduğunu fark ettik. Dükkan sahibine u’nun üzerine nokta koymasını hatırlattık.
Sonraki durağımız Carleton Place’di. Burası daha büyük. Yine biraz dolaştıktan sonra göl kenarında oturup Subway’den aldığımız sandviçleri yedik. Devasa şeylerdi. Manzara harika, huzur dolu. Sonra Smiths Falls’a doğru yola koyulduk. Burada bir tren müzesi olduğunu okumuştum. Lakin oraya varınca dışarıda bizde hala kullanılmakta olan trenleri görüp müze giriş ücretini vermenin aptallık olacağını düşündük. Giriş ücretleri de çok pahalı. Adam başı 12 kanada dolarıydı.
Sonra Perth’e gittik. Burası ilk iki yerden daha büyüktü. Carleton Place’den anneme telefon etmiş, ameliyattan çıkmadığını öğrenmiştim. Buradan ettiğim telefonda iyi olduğu ve akşamı hastanede geçireceği haberini aldım. İçim rahat etti. Telefon etmek için telefon kartı aldık ve bu kez Amerika’da olduğu gibi zorlanmadan telefon etmeyi becerebildik. Perth’de bir dükkandan alışveriş ettik. Hediyelik eşya mağazalarını gezdik. Otantik ve güzel şeyler pahalı. Diğerleri de çer çöp zaten. Bir ayı dükkanı gördük. Ayı ile ilgili oyuncaklar, mefruşat kağıtlar akla ne gelirse. Dükkan sahibi hanım bize fırından taze çıkardığı ayı şeklindeki tarçınlı bisküvilerden ikram etti. Alışveriş için hevesimi Amerika’ya saklıyorum. Buradan bir şey alamayacağa benziyoruz.
Akşam döndükten sonra bizimkiler karanlık bastırana kadar göle girdiler. Burak çocuklarla kumdan kale yaptı. Laura isimli bir kızla arkadaş olmuş, arada koşup İngilizce bir sözcüğün anlamını soruyor, sonra geri gidiyordu. İngilizcenin önemini kavramaya başladı galiba. Bu sevindirici benim için. Laura onu yarın kanoya binmeye davet etmiş. “Ama yalnız ikimiz” dedi.
14 AĞUSTOS 2001
Gece geç yattığımızdan olsa gerek, sabah saat dokuza çeyrek kala TV’nin açılması ile uyandık Bizden önce kalanlar saatini kurmuşlar. İyi bir kahvaltıdan sonra -ki verdiğim kiloları geri alacağım diye korkmaya başladım- Ottowa’ya doğru yola çıktık. Arabayı ben kullandım. Bir buçuk saat sonra şehirdeydik. Şehir içinde arabayı Hüsam aldı. Çünkü hem yer arayıp, hem araba kullanmak beni tedirgin ediyor. Gerçi Hüsam’da bu konuda pek iyi değil, caddeleri geçtikten sonra “ Aaa buradan sola dönecektik, ya da bu yol değil diğeriydi” diye diye beni deli etti.
Bir kahveye uğrayıp kahve içip donut yedik . Çıktığımızda cadde müthiş kalabalıktı. Polisler yolu kesmişlerdi. Ne olduğuna baktık. Yürüyüş…. Yüzde iki zam alan memurlar gösteri yürüyüşü düzenlemişler. Müzik vardı, pankartlar vardı. İnsanlar inek kılığına girmiş, “Sağılmak istemiyoruz” diyorlardı. Hemen fotoğraflarını çektim. Ne cop vardı , ne de dayak. Polisler güler yüzlü, insanlar sabırla bekliyordu. Hatta arabalarının kornalarına basıp, destek veriyorlardı. Şaşkın şaşkın seyrettik.
İlk uğrağımız Uygarlık Müzesiydi. Akşama kadar da orada kaldık. Görülecek çok şey vardı. Kızılderililer ile ilgili bölüm çok ilginçti. Totemler ve Kızılderili objelerini hayranlıkla seyrettik. Çocuk müzesi en çok Burak’ın ilgisini çekti doğal olarak. hemen Hemen her bölümde ayrı bir fotoğraf istedi. Kanada tarihi bölümü müzenin en geniş bölümüydü ve bizim Kanada hakkındaki bilgilerimizi arttırdı. Müzeden eve telefon ettim. Annemin sesi iyi geliyordu.
Akşam müzeden çıktıktan sonra birkaç yer daha dolaşalım dedik ama saat altı olmasına rağmen her yer kapalıydı. Sonunda erken bir saat olmasına karşın yemek yemeye karar verdik ve bir Hint lokantasına girdik. Seçimimiz yanlış, yemek de berbattı. Pişman olduk. Ama pek çok şeyi de mideye indirmiş bulunduk. Aklımıza İngiltere’deki Hint lokantası ve nefis yemekleri geldi. Yorgun bir şekilde tesise geri döndük.
15 ağustos 2001
Sabah oldukça erken uyanarak- 6 filandı- erken çıkmayı becerebildik. Arabayı nereye park edeceğimizi ve nereleri gezeceğimizi planlamıştık. Bugün alışveriş bölgelerini gezecektik. Sparks Street ve Sparks Street Mall’u gezdik. Araya Currency Museum’u( Para Müzesini ) sıkıştırdık. Oldukça iyi düzenlenmiş bir müzeydi. Sonra Rideau Center ve yolda gezdiğimiz Parlamento binası ki geniş bir alanı kaplıyor, çok hoştu. Bakır çatıları oksitlenip yeşile dönüşmüş. Daha sonra Fotoğraf Müzesini gezdik. İki sanatçının sergisi vardı. Biri savaş Fotoğrafçısı Larry Towell, diğeri cinselliğiyle kafasını iyice karıştırmış adını anımsayamadığım bir kadın. Gidince web sitesinden bakayım bari. She-boy he-girl temasını işlemiş çocuklara uygun olmayan iğrenç fotoğrafları vardı. Larry Towel’ın Filistin fotoları ise çok çarpıcıydı. Ayrıca Mormonlar gibi tuhaf bir grup halinde yaşayan Hıristiyan topluluğun fotoğrafları da.
Çarşıdan Burak’a Ontorio kurtlarının giydiği türden bir şapka aldık. Ben Gül’e çan, kendime de yüksük aldım. İngilizcesi Thimble’mış. Tatmak için bir de Maple syrup aldık. İki ayrı yerde yemek yedik. Pizza, felafel ve Çin yemeği. Hava soğuyunca insan yemek yemek istiyor demek ki.
16 AĞUSTOS 2001
Bugün evlenme yıldönümümüz. Koşuşturup durmaktansa dinlenelim diye düşündük. Günü kendimize ayırmayı ve de. Akşam Gül’den e-mail geldi. Hüs’ün doğum gününü ve evlenme yıldönümümüzü kutluyor. Gözünü sevdiğimin İnterneti nereye gidersek gidelim lazım bir bağlantı canım. Günü göle girmek ve çevreyi dolaşmakla geçirdik. Yürüyerek tabii. Burak arkadaşı Bulut için ağaç kabukları topladı. Onlardan gemi yapıyor. Bir kedi sevdik. Yolda rastladıklarımız ile bu sene kurak olduğu ve yağmur gerektiğine dair konuştuk. Bir marketten birbirimize yıldönümü kartı seçtik. Ama kartları almadık, sadece birbirimize okuttuk. Çok eğlenceliydi. Dükkandakiler niye deli gibi güldüğümüze bir anlam veremediler. Sonra eve döndük. Ben bir ara çamaşır yıkayıp, yemek bile yaptım. Yazmayı da ihmal etmedim. Okumak zaten asli görevimiz. Geceyi ise yıldızları seyrederek geçirdik. Etrafta apartmanlar olmayınca her şey ne kadar net ve güzel.
17 ağustos 2001
Sabah toparlanıp erkenden yola çıktık. Calabogie bölgesinden ayrıldığımıza gerçekten hayıflandım. Sabah göle nazır kahvaltı yapmak hoşuma gidiyordu.
İlk saptığımız yol bir baraja çıktı. Yarım saatimizi böylece harcamış olduk. Geri dönüp doğru yolu bulduk. Yolda birlikte araba kullanıp uğranabilecek yerlere uğrayarak yedi saatte Horse Shoe Carriage Resort’a geldik. Uğradığımız yerlerden biri gerçek bir Kızılderili köyü şeklinde inşa edilmiş bir yerdi. Hüsam bana “Dream Catcher” şeklinde mavi küpeler aldı- yıldönümü hediyem oluyormuş – Kızılderililer bu sembolle iyi rüyaların ağa takıldığına kötülerin uçup gittiğine inanırlarmış. Zaten ortalıkta sağlık, bilgelik hastalık şu bu için bir dolu objeler var. Kızılderililer için önemli olan bazı hayvanlar varmış. Ayı, kuzgun, kartal , tavşan bunlardan.
Check-in yaptırırken hava soğuk ve yağmurluydu. Burası aslında bir kayak merkezi. Aşağıda dört lokanta ve tenis kortları, bir golf course ve kayak tesisatının dibi var. Epeyce yukarıda ki bir tepeyi delip yol yapmışlar. Daireler bulunuyor. Bu vadi şeklinden ötürü At nalı vadisi olarak anılıyor. Binalar 3 katlı bize iki adet stüdyo daire verdiler. Ama bize teki yetecek. Hafta sonu kalmaları için Nivgün’leri çağırmaya karar verdik. Ama telefon ettiğimizde Nivgün Niagara Falls’da üşüttüğünü ve Cumartesi günü dinlenmek istediğini söyledi. Pazar sabahı da bizi Toronto’ya evlerine sabah kahvaltısına beklediklerini.
Akşam çıkıp yakında bir marketten ekmek ve su aldık. Akşam geç vakit tesise dönerken aklıma 17 Ağustos depreminde ölenler geldi. O anda saate baktık ve Türkiye’de gece 3 olduğunu fark ettik. Hüsam’a “Kesin rahmet istediler” dedim.
18 Ağustos 2001
Bugün sabah uzun ve yorucu bir yürüyüş yaptık. Orman içinde tırmanarak, yokuşlar çıkarak yürüdük. At rotası çizilmiş her yere. Burak bu kadar tırmanmaktan hiç memnun olmadı. Bir ara kaybolur gibi de olunca iyice telaşlandı. “Sporunuz sizin olsun, eve dönelim” diye söylenmeye başladı. Kan ter içinde döndük ve duş aldık. Öğleden sonra ise Berrie şehrini gezmeye gittik. Simcoe gölü kıyısında sevimli bir kent. Gezilebilecek her yerini gezdik. Öğlen Wendys’de dev gibi bir öğle yemeği yedikten sonra döndük. Bizimkiler havuza gittiler, ben TV seyrettim. Burada daha fazla TV kanalı var ve Ofrah Show’u buldum. Sonra yemek hazırladım.
19 Ağustos 2001
Sabah erkenden kalkıp yola koyulduk. Bir buçuk saat sonra Toronto’ya varmıştık bile. Nivgün’ün tarifiyle evi kolayca bulduk.
Kocaman gökdelenleri ve kalabalık trafiğiyle Toronto tam bir kent havası içinde. Ara ara minik düzayak evler olsa da iş merkezleri apartmanlar ve gökdelenlerle kaplı. Nivgün’lerin oturduğu Yonge and Eglington bizim etiler gibi bir yermiş. Merkezi, metroya yakın ve bu yüzden de ev kiraları pahalı. Nivgün çok katlı bir apartmanda oturuyor. Apartmanın balkonları yıkılıp yeniden yapılıyormuş. Her tarafa iskele kurmuşlar. Kızlar da toz olmasın diye pencereleri naylonla kaplayıp evdeki tabloları filan kaldırmışlar.
Nivgün ve kardeşi Gülsün tarafından karşılandıktan sonra iki oda bir salondan oluşan gayet sade ve zevkli döşenmiş evlerinde Nivgün’ün yumurtaları kaynatmasını beklemeye başladık. Bir yandan da izlenimlerimizi anlatıyor ve merak ettiğimiz şeyleri soruyorduk. Nivgün bize Kanada’ya gelme nedenlerini ve geldikten sonra yaşadıklarını anlattı. Buraya uyum göstermiş ve çok seviyor görünüyor. Kendisinin şanslı bir şekilde çabuk iş bulmasının da uyumda rolü olduğu bir gerçek. İki kız kardeş aynı şirkette ( Gerling ) çalışıyorlar. Burada kendi çevrelerini oluşturmuşlar. Yalnız Gülsün biraz sıla hasreti çekiyor gibiydi. Aileden birleri daha gelse daha mutlu olacağını ifade etti.
Kanada’ya göçme gibi bir düşüncemiz olduğundan iş güç ve Kanada’da yaşam ile ilgili pek çok şeyi sorguladık durduk. Bir kere iş bulmak nitelikli de oluna o kadar kolay bir şey değil. Bir senedir orada olan arkadaşlardan birinin hala iş bulamadığını öğrendik. Sonra kişinin eğitimi ne olursa olsun, zaman içinde çeşitli sınavlara alındığını öğrendik. Nivgün ile Gülsün’de işleri gereği sınavlara girdiklerini ve yenilerine hazırlandıklarını söylediler. Kanada’nın istediği diploma, İngilizce bilme gibi koşullara sahip olduğumuz halde iş bulmamızın ve ilerlememizin yeni çabalar gerektirdiğini de. Ayrıca yapabileceğimiz tarz işlerin şehir merkezlerinde olması bizi düşündürdü. Toronto gibi kalabalık, İstanbul’a benzer bir şehirde- ki İstanbul’un bir ruhu olduğu halde şahsen ben Kanada’nın ruhu olmadığını düşünüyorum- yaşamak istemediğimizi düşündük. Banliyöden ise işe ulaşmak hem zor hem masraflı olacak. Hele kışın soğuk bastırdığında bu işin epey zor olacağını düşünüyoruz.
Bir ara Gülsün’ün bilgisayarından maillerimi bile kontrol ettim. Gül’e de mesaj attım. Bağlantıları bedavaymış ve Kanada’da telefon ücretlerinin de çok düşük olduğunu söylediler. Sık sık aileleriyle uzun görüşmeler yapabiliyorlarmış.
Kahvaltıdan ve uzun bir sohbetten sonra hep beraber bir çevre tanıma turu yapalım diye karar verdik. Aşağıya indiğimizde arabanın çalışmıyor olduğunu gördük. Farlar açık kaldığı için akü boşalmış. Heertz’e haber verip yardım istedik. Biri gelene kadar öğle yemeği zamanı geldi ve kızlar yemek hazırladılar. Yemekten sonra Toronto’yu hızlı bir şekilde gezdik. Burada Çinliler, Yunanlılar ve İtalyanların ağırlıklı olarak oturduğu mahalleler var. Hatta Yunan mahallelerinde sokak isimleri yunan harfleriyle yazılmış China Town bölgesi ise küçük bir Çin gibi. Kesif bir yemek kokusu karşılıyor sizi. Burada hiç İngilizce konuşmayan pek çok Çinliye rastlayabilirmişsiniz. Değişik Çin sebze ve meyveleri gördük. Bir yerde Yunan lokması yedik. Bizimkilere benziyordu pek tabii.
Kışın hava çok soğuk oluyormuş. 5-10 gün eksi 40 derecenin altına düşebiliyormuş. Ama 2-3 ay kadar da eksi 20 derece… Kar kıyamet dayanılır gibi değil yani. Nivgün’ler paltolarıyla üşüdükleri için soğuk geçirmez gocuklar aldıklarını söylediler.
Burada iş kolları da aynı bölgelerde yer alıyor. Örneğin tüm hastaneler aynı cadde üzerinde, otomotiv sektörü bir yerde, sigorta sektörü başka bir yerde. Bu ilgimi çekti. Böylece çabucak aradığı yere ulaşabilir insan.
Hava kararmadan Nivgün’leri evlerine bırakıp teşekkür ederek tesise döndük.
20 Ağustos 2001
Bir sorunumuz var. Kiralık arabayı Ottowa’dan alıp Toronto’ya bırakmak istediğimizde dropping charge ödemek zorunda kalacağız. Hem de 1800 dolar. Bunun için bir çözüm yolu geliştirmek zorundayız. Ya uçak biletlerimizi değiştireceğiz ya da arabayı Ottowa’ya bırakıp Toronto’dan yenisini kiralayacağız. Ama Ottowa – Toronto arası 5 saatten az değil. Sabah Toronto’ya gidip KLM ile görüştük. Biletleri değiştirmek imkansız, zaten Ottowa’dan uçuş da yok. Tekrar Heertz ile konuştuk. Bize Ottowa’dan Toronto arabası bulmamız gerektiğini söylediler. Çaresiz Perşembe günü Ottowa’ya gideceğiz.
Arabayı bir yere bırakıp Toronto’yu gezmeye başladık. Saatlerce yürüdük. Yemek molaları, kitapçılar, müzik mağazaları… Ama her şey çok pahalı. Hele kitaplar , yanlarına yanaşılır gibi değil. Türkiye’den almamız hayrımıza. Giysiler kaliteli değil, marka olanlar çok pahalı. Toronto’yu pek sevmedim. Her tarafta inşaat var. Kalabalık ve gürültülü. Yüksek binalar zaten hoşuma gitmez. Bana yorgunluk hissi veriyor, dahası kaçma isteği.
21 AĞUSTOS 2001
Sabah yine erkenciydik. Yolumuz uzun. Niagara şelalesine gideceğiz. Yolda arabayı birlikte kullandık Trafik çok hızlı akıyor. Hız sınırlamasına ve yüksek cezalara rağmen böyle oluşu bizi şaşırttı. Aynı Türkiye.. Bastırıp gidiyor herkes. Öğlene doğru Niagara Falls kentine vardık. Müthiş kalabalık ve her yer turistler için şaşaalı bir şekilde düzenlenmiş. Niagara Şelalesi Ontario bölgesinin başlıca elektrik kaynağı. Niagara Falls ve karşıda Amerika tarafında gözüken Amerika çavlanı birbirlerine nispet yapar gibi akıp duruyorlar. Kıyıya dizilmiş yüzlerce kişi hayranlıkla seyrediyor. Çok geçmeden biz de onlara katıldık. Her noktadan farklı bir görüntü alınıyor. Ben de fotoğraf makinemle tespit ettim zaten. Ara sıra üstümüz başımız sulardan ıslandı. İnsanlar gülüşerek kaçışıyorlar. Kıyıya yerleştirilmiş dürbünlerle daha iyi görüntü almak mümkün. Yağmurluklarıyla bir minik gezinti gemisine binen seyirciler çavlanın kıyısına kadar gidiyorlar. Akıntıdan gidebildikleri kadar yani. Başka bir grup ise çavlanın hemen kenarından seyrediyor. Aklıma hemen Marilyn Monroe’nun o ünlü filmi geldi. Bizim neyimiz eksikti ? Ama saat 11’de 15.30’a bilet kesiyorlardı. O yüzden vazgeçtik. Sabrımız bu kadarına müsait değildi. Hediyelik eşya mağazalarını gezip yemek yeme safhası. Bu da ritüel oldu. Her yerde kızılderili objeleri, Maple syruplar, Niagara ile ilgili objeler. Yüksükler, çanlar, tablalar hani o bildik düzende Niagara resimli her bir şey. Kızılderili müziği CD’leri var, pek hoş, bir taraftan da çalıyor. Ama çok pahalı değer mi, değmez mi diye düşünüyorum ve almamaya karar verdim. Arkadaşlara bazı ufak tefek hediyeler aldık.
Daha sonra Amerika’ya geçmek üzere yola koyulduk. Adamlar kapıya bir bina dikmişler gelenden geçenden adam başı 20 dolar alıp içeri bırakıyorlar. Geçen seneden 10 yıllık vizemiz olduğu için zorluk çekmedik. Burak’ın vizesi 5 yıllık, büyüyünce göçmen olarak girmeye kalkar diye korkuyorlar besbelli. Bekleme sıralarında kafalarında takkeleriyle Yahudiler, İtalyanlar, Mısırılar, her cins adam vardı. Pasaportu hazır olana İsrailliler, İspanyollar vs diye seslenip çağırıyorlardı.
Nivgün’ler sınırı geçer geçmez çok büyük bir Outlet store olduğundan söz etmişlerdi. Yol sormak için durduğumuzda daha hiç sözünü etmeden adam outlet store’u tarif etti. Bu yakada benzin fiyatları inanılmaz ucuz. Depoyu dolduracağız zaten. Karşının ışıltısına ve şaşaasına karşın Amerika tarafı köy gibi. Eski binalar, sıradan evler. Ne ışık ne bir şey. Buna şaşırıyoruz.
Outlet Store gerçekten geniş bir alana yayılmıştı. Tüm mağazaları gezmemiz dört saatimizi aldı. Kendimize ayakkabı, elbise şu bu epeyce bir şeyler aldık, ucuzluk vardı ve kaçırılmayacak gibiydi. Levis mağazasında bir Türk’le karşılaştık. Sonunda tüm dükkanlar kapandığında zorunlu olarak tesise dönmeye karar verdik. Bir taraftan da yol gözümüzde büyüyordu. Yorgun argın döndüğümüzde saat bire geliyordu. Nasıl yattığımızı bilmiyorum.
22.AĞUSTOS 2001
Sabah erken kalkacak halimiz yoktu, Yürümekten her tarafımız ağrıyordu. Yine de kahvaltıdan sonra fırladık. İkinci arabamızı teslim alıp, Ottowa’ya doğru yola çıkmalıydık.
Heertz’de Türk olduğumuzu öğrenince çok şaşırdılar. Hiç Türk görmemişlermiş. Pek sevimli davrandılar. Çeşitli sorular sordular. Ehliyetimize bakıp, “Daha önce hiç Türk ehliyeti görmemiştik” bile dediler. Erkek olanı Truva bölgesiyle ilgili sorular sordu. Kalıntıların durup durmadığını merak ediyormuş. Ben de Schlimann’ın nasıl bizi soyup soğana çevirdiğinden başlayarak tüm öyküyü anlattım. Her halde sorduğuna soracağına pişman olmuştur.
Yeni kiraladığımız beyaz arabayı ben aldım. Öbür arabadan da birkaç CD, yolda dinlemek için. Burak’ın babasıyla kırmızı arabada kalmasına karar verdim. Durmaksızın hareket edip beni rahatsız ediyordu çünkü. Sonradan ne kadar isabetli davrandığım ortaya çıktı. Hüsam önde- ki harita okuyor ya hesapta- ben arkada peş peşe yola koyulduk.
Beş saatlik yolun iki saatini geçirmiştik ki, yolda bir tamirat var levhası gördüm. Bir kilometre sonra tek şeride düşeceğiz demekti bu. Biz sol şeritte 130 km hızla giderken tırlar sağımızda 110 ile filan seyrediyordu. Hüsam’ın direksiyonu sola kırdığını görmemle yol ortasında siyah bir kütleyi fark etmem aynı zamana rastladı. Ben de hemen sola kırdım. Ama direksiyon hakimiyetini kaybettim. Sonrasını bir izleyici gibi anımsıyorum. Sağa sola zigzaglar çiziyordum. Direksiyonu toparlamaya çalıştığımı beceremediğimi hatırlıyorum. Sağda tırlar kaçışmaya çalışıyordu. Solumda ise bariyerler vardı. Bir an ya TIR’ın altına gireceğim ya bariyerlere bindireceğim, ama ne zaman diye düşündüğümü sanıyorum. Tek düşündüğüm çarptığımda duyacağım acıya dayanıp dayanamayacağımdı. 5-6 kez zigzag çizdikten sonra sola doğru yavaşladım. Frene basıp basmadığımı hatırlamıyorum. Ama sonunda durakladığımda önce bir gürültü oldu, arkasından bir daha. Her şey durunca frene bastım. Bir şey hissetmiyordum, arabadan çıktım. Hemen arkamda bana çarpan adama bakmaya gittim. İyiydi, arabasından çıktı. Arkadan ona çarpanda iyiydi. Bana çarpan arabanın bir Lincoln olduğunu fark ettim. Adam “İyi misiniz” diye sordu? Sonra “Çok korkutucuydu, ne zaman çarpıp öleceğinizi düşündüm. Bir yandan da size çarpmayayım diye uğraşıyordum ama çok zordu. Biz de birbirimizi takip ediyorduk dedi. O sırada Hüsam geri geri gelmişti. Bir şeyimizin olmadığını görünce rahat bir nefes aldı sanırım. Burak ise “ Anneciğim bir şeyin yok değil mi? diye sorup duruyordu. Bana çarpan adam yol ortasında duran TIR lastiğini göstererek burası çok tehlikeli, her an bir kaza daha olabilir, arabaları öne güvenli şeride alalım” dedi. Tekrar arabalara binip 200 metre kadar öne çektik. Son arabanın radyatörü iyice içine çökmüş gözüküyordu ve çalışmadı. Hemen telefona sarılan adam önce yol işçilerine sonra polise haber verdi. Biz de aynı telefondan Heerz’ü atayıp kazayı bildirdik. Sonra beklemeye başladık. Bir süre sonra Angie Dickinson kılıklı bir kadın polis geldi. Silahlarıyla pek afili gözüküyordu. Ben de ilk şoku üzerimden atmış “Arabanın arkasındaki fotoğraf makinesiyle kazayı görüntülesem mi acaba ?” diye düşünmeye başlamıştım. Ama arabaları haşat olan iki genç adamın suratlarındaki ifadeyi görünce bunun iyi bir fikir olmadığını düşündüm. “Kadın hem arabamıza çarptı, hem de Japon turist gibi bizi görüntüledi” diye linç edilebilirdim. Polis kazaya kimlerin karıştığını sordu önce , sonra arabalarınıza girip güvenlikte olun diyerek ehliyetlerimizi istedi. Ehliyetimi aldıktan sonra da “ International ehliyetiniz lütfen” diye sordu.Yani tam ha hankı, ne international’i durumları. “Kızım Nilgün” dedim kendi kendime, “Bir Kanada hapishanelerini deneyimlemediğin kalmıştı.” Göçmenlik için araştırma yapacaktık doğru, ama bu kadarı da olmazdı ki! “Ama Heerz bizden uluslar arası ehliyet istemedi ki, 15 gündür araba kullanıyoruz. İki ayrı yerden araba kiraladık, kimse uyarmadı” dedik. Kadın eliyle para işareti yaptı.para için her şeyi yapar bunlar anlamında. Sonraki bir saat ne zaman kodese atılacağım endişeleriyle geçti. Hepimizin ayrı ayrı ifadesini alıp, kayda geçirdiler. Kadın ehliyet olayını bir kez daha merkeze soracağını söyledi. Bu arada zenci bir başka polis geldi. O kadından da korkunçtu. Sonunda kadın elinde ehliyetimle arabamın kapısında gözüktü. “Bu sefer bir ceza yazmayacağım, yolunuza gidin, ama bundan sonra Kanada’yı ziyaret ederseniz International ehliyet almayı unutmayın” dedi. Sonra Hüsam’a dönerek “Karınız oldukça endişeli gözüküyor, bir yerlere gidip bir şeyler için rahatlarsınız” dedi. Sonradan Hüsam “Yok daha neler! Kadın hiç de öyle demedi, sana kalsa karınıza bir de pırlanta yüzük alın dedi diye uyduracaksın” diye epeyce dalga geçti. Ama kadının dediğini yapıp bir Cafe’de mola verdik ve olayı bu kadar ucuz atlattığımız için şükrettik. Hüsam “Ben bu yoldan gitmem artık Perth yolundan gidelim, orası daha tenha” dedi. Perth yoluna saptık ama hız sınırı 80 kmydi ve yol da virajlı, bir de yağmur yağmaya başlamasın mı ? Önümü göremediğimden o arada CD playerdaki CD’yi de değiştiremiyorum ve Teoman’ın Onyedi albümü çalıyor. Ama ne çalma. Tam 3 kere döndü durdu. Tüm şarkıları unutmamacasına ezberledim sanırım. Bir ara uyuklayan Hüsam’ın mıcıra daldığını ve direksiyonu zor toparladığını fark ettim. Yolda mola verdik.
Ottowa’ya vardığımızda saat 8 olmuştu. Arabayı teslim ettiğimiz de ise 9. Ama bizim hiç durmaksızın gidilirse 5 saat sürecek yolumuz vardı daha. Bir yerde yemek yiyerek yola koyulduk. 2 saat sonra Hüsam’ın gözleri kapanmaya başlamıştı bile. Arabayı ben devraldım. Ama ben de çok yorgun ve uykusuzdum ve TIR’lar iyice çoğalmaya başlamışlardı. Üstelik 130 km hız yapıyorlardı. Yol boyunca durup yüzümüzü yıkayıp kahve içerek ve uyumamaya çalışarak tesise vardığımızda, kapıyı bile göremeyecek haldeydim. Saat ise 3.30’du. Doğru kapıyı açıp, yatağa yattığımıza bile şaşıyorum.
23 AĞUSTOS 2001
Sabah erken kalkma şansımız yoktu. Saat onda odayı boşaltmamız gerekiyordu. Sekizde uyanıp bavul yerleştirdik. Sonra yola koyulduk. Yolda bir iki yerde mola vererek dükkanları gezdik. Pizza yedik, Bir iki yerden son hediyelerimizi aldık. Herkes “okula dönüş” alışverişi yapıyordu. Çocukların yüzünde o mutsuz ifadeyi gördüm. Kanada’da rastladığım okullar da bizimkilerden farksız. Ya koyu sarı ya da gri renkte, uyuz binalar. İnsanın okula gireceği değil kaçacağı geliyor. Burada farklı olur diye ummuştum oysa. Sonra bir Kanada gazetesinde okulların kalitesinin giderek düştüğünden ve nitelikli öğretmen sayısının azaldığından bahseden haberi okudum. Hemen Hüsam’a da söz ettim. Toronto havaalanında arabayı teslim ettikten sonra ki bu kez polis raporu eşliğinde yapılabilecek tek şey saat altıya kadar alanda turlamak ve çevreyi gezmek oldu.
Kanada’dan Amsterdam’a geldikten sonra aktarma uçağı 3 saat rötar yaptı. Ama biz uçağı kaçırmamak için orada hazır ve nazırdık. İstanbul’a döndükten 4 saat sonra ise Üzeyir Garih’in ölüm haberini aldık. Canım memleketim aynen bizi bekliyordu her an sürprizlerle dolu…