Londra’ya geçmeden önceki son iki gün yoğun ve yorucuydu. O yüzden yazmayı döndükten sonraya erteledim. Altıncı gün sanırım en sevdiğim gün oldu. Sabah kahvaltıda ev sahibemiz bize gel git dolayısıyla iki üç saatliğine ada olan ve anakaraya ince bir yolla bağlanan minik bir adadan ve adanın bulunduğu yer olan Cramond’tan söz etti. “Sizin için farklı bir deneyim olur, ama suyun alçaldığı ve yükseldiği saatlere internetten bakmalısınız .” dedi.
Son gun Glasgow’a gitmemeye ve onun yerine aklmızda kalan bir iki başka yere gitmeye karar vermiştik. Kısmet olursa Glasgow’u başka bir gelişimize bırakmayı tercih ettik. Bir günde koştur koştur gezemeyeceğimiz için. Sabahtan iki gündür erken kapandığından yakalayamadığımız bir sergiye gitmeyi planlamıştık. Dalga zamanlarına baktık. Saat 2.38′ den sonrası güvenliydi. Hemen hazırlanıp yola çıktık.
Gideceğimiz yere geldiğimizde Burak ile ayrıldık. O başka bir iki yere gidip alışveriş yapmak istiyordu. Sonra Cramond’a gelebileceğini söyledi. Biz de Ulusal Galeri’deki sergiye gittik. Yarım saat içinde sergiyi gezip bitirdik. En üst kattaki modern kısım hariç sergi hoşuma gitti. Üst katta badana boya yaparken yere serdiğimiz mukavva üzerine boya damlamış tarz resim en nefret ettiğim oldu. Yani biz yerde bulsak çöpe atarız onu, kimse de bana sen anlamıyorsun demesin. Bir kere ünlü olduktan sonra kırıntı dökülmesin diye tabağın altına koyduğunuz yağlı peçeteyi bile modern resim diye yutturabilirsiniz.
Yolda köpeklerini gezdiren kişilere rastlıyoruz. Burada otobüslere köpeklerle binilebiliyor. Ben iki kez gördüm birinin de fotoğrafını çektim. Bir başkasını sevmeye kalktım, hayvan bir sevindi , resmen üzerime çıktı. Sahibi çok ilgi göstermeyin şımarır gibilerden bir şey söyledi. Köpek resmen ona göz ucuyla da baksam üzerime çıkmaya çalıştığı için kafamı istemeyerek de olsa camdan dışarı çevirdim. Ona bakayım da kendisini sevdirsin hissiyle dolu olduğunu görebiliyordum,ama sahibi kızacak, otobüstekiler de tedirgin olacak diye köpeğe bakamadım, çok da büyük bir köpekti.
Daha sonra gideceğimiz otobüsün geçtiği yeri bulup, yola çıktık. Nehrin Kuzey batısına düşen minik sevimli bir yer. Denize Almond nehri dökülüyor. Nehirde ördekler ve dilsiz kuğular vardı. Bir de kapkara kargalar. Tanıtım yazısında pek çok başka kuşun fotoğrafı da vardı. Sular çekilmişti. Yürümeye başladık. Adaya 1.5 km vardı. Bizim gibi başkaları da yürüyordu. Kaymamaya çalışarak ve manzaraya bakarak yürüdük. Köpeklerini gezdirenler, bisikletleriyle adaya geçenler ya da çocuklarıyla yürüyenler vardı. Yağmur yoktu. Hava da nispeten sıcak sayılırdı. Yol üzerinde pek çok su kuşu gördüm. Bir tane de heron. tek başına öylece oturuyordu. Zoom yapıp fotoğrafını çektim. Heron olduğunu sanıyorum, çünkü orada buluna kuşlar içinde gözükmüyordu. Sanırım uçup gelmiş hayvancağız. Sonra adaya çıktık. Hüsam yürümeyi tercih etti. Ben kıyıda oturup suların çekildiği yerlerden deniz kabuğu topladım. Botanik Bahçesinden de minicik kozalaklar toplamıştım. Yanımda da sürekli naylon torba taşıyorum, çer çöpüm için. Bir kova burcu insanı olmak bunu gerektirir çünkü. Başkalarının çöp diye attığı her şey bizim için çok değerli ve bulunmaz hint kumaşıdır. Koni şeklindeki deniz kabukları özellikle ilginçti. Bunları Saklıköy’de dönüştürüp süslü bir şeyler yaparım diye düşündüm. Bu arada fotoğrafta kabukların yanında duran uzun şeyi Hüsam denizin çekildiği bölgede buldu, bir gaga parçası. Ben yağmurluğumu yere yayıp bir süre yattım. O sırada Burak da geldi. Burası Mezolitik, Bronza Çağı ve Roma Devrinde var olan bir yerleşim bölgesiymiş. Hatta nehir ağzında Roma Devrine ait çok değerli bir aslan bulunmuş. İskoç İktisatçısı John Law’ın da doğum yeriymiş. İÖ 8500 yılına tarihlendiği için İskoçya’nın en eski yerleşim yeriymiş Cramond. Ada yalnızca sular yükselince iki üç saatliğine ada olarak kalabiliyor. Eğer adadayken sular yükselirse yüzmeye filan kalkışmayın, 999’u arayın diye de uyarı yazısı yazmışlar.
Adada katırtırnakları ve böğürtlenler vardı. Burası aynı zamanda havaalanına da çok yakın olduğu için kocaman uçakların iniş yapmaya hazırlandığını görebiliyorsunuz. Biz Cramond’a geldiğimizde THY uçağı inmek üzere alçalıyordu örneğin. Daha sonra da pek çok uçak gördük ve yazılarını okuyabildik. Dönüşte nehir kenarından yürüyerek otobüs durağına gidelim dedik, ama o yol durağa çıkmıyormuş, yine de çok güzel bir yoldu, manzara harikaydı. nehir ağzında tekneler ve çeşitli kuşlar vardı, komik ördeklerin fotoğraflarını çektik. O sırada Hüsam’ın Glasgow’da yaşayan kuzeni aradı. gelip sizi alayım, bizim eve götüreyim dedi. Ama ertesi gün trenimiz olduğunu ve gecikeceğimizi söyleyince bizi görmek için ertesi sabah eşiyle istasyona geleceklerini söyledi. Durağa yaklaşınca çok hoş kırmızı bir 2CV gördük.
Akşam bavul yerleştirdik, Londra’ya geçeceğiz, ama her şey toplanmalı yine de, benim valizim en ağırı. Sabah kahvaltısında ise yine hiç yemediğimiz iki farklı tropik meyve yedik: mangosteen ve litchi. Özellikle mangosteen’e bayıldık. Yine çekirdeklerini aldık, ev sahibemiz bize üç tane daha getirdi. bir de uzun yaşam ve sağlık anlamına gelen bir simgenin yeraldığı Taiwan süsü hediye etti. Üzerinde kraliçenin resmi olmayan poundlarımızı değiştirdi, vedalaştık, fotoğraf çektirdik. İstasyona doğru yola koyulduk.
Bir süre sonra Hüsam’ın kuzeni ve eşi geldiler. Eşi de Hüsam’ın iki taraflı akrabası oluyor. Tren saati gelene dek sohbet ettik. Glasgow’a mutlaka gelmemizi, kendilerinde kalmamızı ve bizi gezdireceklerini özellikle belirttiler. “İnşallah” dedik. Tren 12’de hareket etti. Çok güzel manzaraları seyrederek, Londra’ya vardık. Her koltuğun arkasında yolcusunun nereden binip nereden ineceği yazıyor ve üzerinde reserved yazısı var. Aşağıdakiler de yolda çektiğim fotoğraflar. Bir dahaki sefere Glasgow’a gelmek niyetiyle deyip, İskoçya’dan ayrıldık. Londra’ya geldiğimizde hava 10 derece daha sıcak ve her yer her ülkeden insanla dopdoluydu.
Permalink //
Çok güzel bilgiler ve resimler paylaştıkların… Teşekkürler..
Permalink //
Ben teşekkür ederim 🙂