Bu aralar tuhaf bir enerji var. Geceleri geç yatıyorum. Rüya görürken hep uyanık gibiyim. Rüya gibi değil de bir nevi yarı uyanıklık gibi. Sanki rüyalarımı bilinçli olarak ekrandan izliyor gibiyim. Aynı anda gördüğüm rüyaya yorum da yapıyorum çünkü. Bu yarı uyanıklık hali beni yormuyor da. Sabah yine beş altı gibi uyanıyorum ikilerde yatıp. Salah Birsel geliyor aklıma uykusuzluk deyince. Çok hoş bir cümlesi vardı uyumamanın güzelliğiyle ilgili, sanki Kuşları Örtünmek kitabında gibi gelmişti; baktım, bulamadım. Ama Yaşlılık Günlüğü’nde başka bir şey buldum : ” Geceleyin kendime artık bir uykusuzluk şöleni çekebileceğimi düşünerek- uykudan nefret ederim- üç bardak çayı arka arkaya diktim.” demiş.
Salah Birsel ile ilgili bir yazım olacaktı. Bu bloga aldım mı anımsamıyorum. Ama denemeleri yanında Günlükleri de her zaman elimin altında olmuştur. Bir de her okuduğumda farklı bir şey keşfediyorum. Örneğin Kuşları Örtünmek’i ben yaşlardayken yazmış. İlk okumalarımda daha genç olduğumdan bana bir şey ifade etmemiş demek. Kullandığı sözcükler her defasında beni etkiliyor. Bazen yazdıkları sanki hiç zaman geçmemiş gibi hissettiriyor. Örneğin 27 Kasım 1975 yılında Kuşları Örtünmek adlı günlüğünde ” Çok kötü günler yaşamayı sürdürüyoruz. Kimse kimsenin düşüncesine katlanamıyor. Bilginlerin yerine tabancalar, bıçaklar sopalar yargı kesiyor.” demiş. 1974 10 Kasım’ın da ise ” Bütün günü sessizce, kitap okuyarak ve içim ezilerek geçirdim. Niçin kimileri Türkiye’yi geriletmek için, boyuna, bir yerinden tutup çekeliyor?” diye sormuş. Sanki aradan yıllar geçmemiş gibi. Ülke olarak niçin bir sarmalın içinde sıkışıp kalmış gibiyiz ?
On sene kadar sonra 1984 yılında yazdığı 26 Ağustos tarihli yazısında ise:
” İnsan yaşayıp yaşayıp neden ölür, neden vık diye canı çıkar?
Bu sabah yine bunu düşündüm. İnsanlar niçin çat burda, çat varaduradadır? Ölüö ortadan silindi diyelim, o zaman da ademoğulları farıyıp güçten kalınca ne yapar? Sokaklarda deve gibi langa lunga mı? Var mıdır onun tadı ? Tutalım ki yaşlılığın defteri dürülüp rafa kaldırıldı. bencesi o da işi çözmeye yetmez. Tanrının günü durmadan ip atlayacak, av avlayacak, saçlarını kıvıracak, bugi bugi oynayacak, İzmir’de Kordon’da piyasa edecek ve de cacıkla rakı içeceksin. dayanılır şey midir bu ? ” diye bir yazı tutturmuş. Sonunda da : ” Yaşasın ölüm. Yaşasın yaşamın denge sopası. Turgut Uyar, yavrum, sen de kalıbı dinlendirdiğine hiç kasavet çekme .” diye bitirmiş. Ah Salah Birsel, bazen seni okumalara doyamıyorum.
Geçenlerde yine bir defter aldım. Kitap almak kadar tutkunum defter almaya da. Her birine farklı bir şey yazmayı planlıyorum alırken. O yüzden de birikip duruyorlar. Birinde Korece çalışmaları, diğerinde kitap alıntıları, bir başkasında o an aklıma gelen dizeler, böyle böyle her yeri kaplıyorlar. Yazılıp bitirilenleri de atamıyorum çünkü. Halbuki atmak gerek özgürleşmek için :
Kuşları Örtünmek’e bakarken bir yerde ” Yaşlılığın kendine özgü düşünceleri vardır. İnsan dünyadaki serüveninin sonuna doğru bir takım yazarlardan uzaklaşıyor, kapılarını pencerelerini onlara sımsıkı kapıyor. Gençlikte hepimiz çala kitap okuruz. Ne var yaşımız ilerleyip de vaktin darlığı kendini belli edince artık ıvır zıvır kitapları bir yana itmek, sadece bizi coşturan kitaplara dönmek isteriz. Bu arada yine entipüften yazarlara paçamızı kaptırdığımız olur ama, onlardan şıpınişi kurtulmayı da biliriz.” demiş Salah Birsel. Allahtan kitaplar konusunda benzer düşünüyoruz. Ben de uzun süredir enti püften yazarlardan kurtuldum. Ama bizim dönemimiz sinema, diziler ve internet dönemi. Onları azaltıp verimli hale getirmek zor bizler için. Konuyla ilgili blog da yazıyorum diye Kore Dizi ve filmlerini izleyip duruyorum, ama en azından izlemeye değer olanları seçmem gerekiyor artık. Yine bazen bilim kurgu dizilerine yakalandığım oluyor. ( Bu aralar The 100 izliyorum ) Allahtan ütü yapmak gibi gereksiz ve sevmediğim işlerin eşliğinde seyrediyorum. Yine de zamanı değerli olan şeylerle geçirmek önemli. Benim gibi belli bir yaştan sonra ışık ve gölgenin çizimi, ya da Korece gibi şeyler öğrenmek komik gelebilir. Ama ortalık toplamak, ya da alışverişe gitmekten daha önemli benim için. Bir kaç işi bir arada yapmak gibi bir alışkanlık, belli yerlerde zaman kazandırıyor. Yürürken yeni albümler dinlemek ve Korece çalışmak, ya da yün örerken drama izlemek gibi. Bazen de hiç bir şey yapmadan manzarayı izlemek, o anın keyfini çıkarmak belki yapılması gereken. Çünkü bulutlar güzel ve sonbahar renkleri de.
İşte bütün bu dağılmışlık içinde iki filme gittim. Biri Dr Strange. Marvel’in 3 D filmi ki bu arada ben hala 3D filmlere alışamadım, hep gözümden o gözlüğü çıkarmak geliyor, çoğu 3D film de beni pek etkilemiyor nedense. Bir nevi bir kör köstebek olduğumdan herhalde, rahatsız oluyorum. Benedict Cumberbatch’ın başrolünü oynadığı film beyin Cerrahı Dr Strange’in tamamen kendi hatası olan bir trafik kazası sonucu artık ameliyat yapamayacak hale gelmesi ve buna çare bulmak için Nepal’de fiziksel dünyanın ötesine geçen farklı bir dünyaya giriş yapmasını anlatıyor. Sınırlarımız nedir, nerelere kadar ulaşabiliriz’i tartışmaya açmış bir film. Görsel efektler harika ama konu daha derinliğine işlenebilirdi.
Diğer film daha çok ilgimi çekti. Arrival. Bildiğimiz dünyaya inen uzaylı konusunu zamanla ve dil felsefesine bağlamış ve kurgusuyla düşündüren bir film olmuş. İletişim, zamanın akışı, eğer geleceği bilseydik yaşadıklarımızı yaşamak ister miydik, zaman lineer midir, değilse nedir? Bunlar sonuçta kesin yanıtlarına ulaşamayacağımız sorular oluyor hep, ama her zaman da üzerinde düşünüp düşünüp duruyoruz umarsızca. Filmin müzikleri de çok iyiydi. Filmi ister istemez Interstellar ile karşılaştırdım ve sanırım Arrival’ı daha çok beğendim.
İki yabancı filmin yanı sıra bir de Türk filmi izledim. Biraz geç oldu ama İftarlık Gazoz filmi üzerine de yazmak isterim. 70’li yıllarda yaz tatilinde Ege’de gazoz satan bir çocuğun Ramazan aylarında oruç tutma serüveni, insanların dine bakış açısı, 70’li yılların politik havası, sonra seksenli yılların ölüm oruçlarına uzanan yapısı filmi ilginç kılmış. Çocuğun yanına çırak girdiği gazozcunun Cem Yılmaz olması filmi tabii ki farklı kılıyor izleyicinin gözünde. Cem Yılmaz da iyi oynamış. Filmin küçük oyuncusu Berat Efe Parlar da başarılı. O yılları yaşayan kişiler olarak pek çok şey geliyor insanın aklına. Ne var ki filmde bazı sahneler gereksiz uzun tutulmuş. Çocuğun uzun yaz gününde oruç tuttuğu sahne ve filmin sonundaki cenaze sahnesi daha kısa olabilirdi. Bir de aklıma takıldı filmin başında çocuk 5. sınıfta İftiharname alıyor ve karnelerdeki notlar ” Geçer” olarak açıklanıyor. O yıllarda geçer diye bir not yoktu ve İftihar Belgesi de ortaokulda veriliyordu diye anımsıyorum. Sonralar 4 ve 5. sınıflara verilir olmaya başlamamış mıydı? Takılıp takılıp buna mı takıldın diyeceksiniz şimdi. Açıp tam tarihe bakmaya üşendim, zaten her kafama takılana baksam akşam daha çabuk oluyor. Bir de 70’li yıllardan 80’li yıllara geçme öyküsü kısa geriye dönüşlerle verilebilirdi. Biz o yılları yaşayanlar olarak o aralarda neler oldu, biliyoruz ama gençler için o evre kopuk kalmış olabilir. Halkın devrimcilere yaklaşımı , gazozcu Kemal özelinde CHP ve devrimci / anarşist yaklaşımı hem komik hem gerçekçiydi. Hoca rolünde Macit Koper de çok iyiydi bence.
Bir de bu bloga aralıklı uzun yazmak yerine her gün kısa yazmayı mı denesem ?
Permalink //
Yine süper bir yazı… seni okurken hep, sohbet ediyormuş gibi hissediyorum.. tane tane, akıcı..
Ferhan Kaya
Permalink //
Teşekkür ederim Ferhancım 🙂