BİRİNCİ GÜN 19.06.2015
Sabah saat beş buçukta evden çıkarken her nasılsa yarım kalan iş yoktu. Bu bizim gezi tarihimizde çok rastlanan bir şey değildir. İskoçya’ya bu ikinci gidişimiz olacaktı. İlk gidişimiz 1999 yılıydı, o büyük depremin hemen sonrası. Geceleri uyuyamadığımız uzun günlerden sonra doğanın içinde bir evde kalıp, rahat uyuyabildiğimiz günler. Ama o zaman Edinburgh’a uzak olduğumuzdan, araba kiralamış ve Edinburgh’a da çok az gelebilmiştik. Bu kez amacımız İskoçya’yı daha iyi tanıyabilmek. Gitmeden önce otel reservasyonlarımızı yaptırdık. Hem İskoçya, hem de İngiltere için. Ben sürekli “Aman şunları sabitleyelim.” desem de Hüsam “Son güne kadar yapabiliriz.” dedi durdu. Benim kadar tezcanlı ve kontrol freak biriyle bu kadar rahat bir adamın 28 yıldır birlikte olması inanılır gibi değil. İlk otelin Wi-fi’ı yalnızca sınırlı alanlarda ve şehir merkezine biraz uzak. Benim ana ihtiyaçlarımın arasında Wi-Fi da olduğu için ilk oteli istemiyorum. O yüzden değiştirmek istiyorum. Airbnb ve booking com’a bakıyoruz. Kimi otel çok pahalı kimisi şehre uzak, bir türlü karar veremiyoruz. İşte böyle debelenip dururken sonunda birinde karar kıldık ve diğerini iptal etmek gerekti. Hüsam iptalden sonra birden fark etti ki, oteli ayarlayalı iki ayı geçmiş ve tüm parayı aldıklarını bildiriyorlar. Hemen booking com’a telefon edildi, ilgili kız otelle konuşacağını söyledi filan, ama ertesi gün arkadaşların tavsiyesiyle paranın henüz çekilmemiş olduğu görülüp, kart internete kapatıldı. Bu arada ben tabii, işte beni dinleseydin, her işi erken yapmak lazım filan diye vır vır konuşuyorum, o Allah’ın emri. Valizleri hazırlarken her zamanki valizime sığamadığım ve bu kez ikinci birini yanıma almak istemediğimi fark ettim. Üstelik eski valizim dört değil iki tekerlekli. Kalkıp Kozzy’e gittim. Mudo’da beğendiğim bir valiz vardı, yüzde yirmi indirime girmiş, istediğim boyutun bir büyüğünü aldım. Aman ne mutluluk, valiz şöyle bir şey : Tabii bu bavulu niye aldığım beni tanıyan herkesçe malum. Neyse her zaman olduğu gibi, evde ne varsa içine dolduruyorum. Bizimkilerin zoruyla bir kaçını çıkarıyorum. Miço her valiz hazırlama safhasında olduğu gibi birimizin bavuluna kuruluyor ve acıklı gözlerle bakıyor. Yola çıkacağımız günün öncesi erken ve iyi uyuyabilmek gibi bir olasılık bizim aile için yok. Her zamankinden geç yatarız, iki üç saatlik uykuyla sabah sürünerek kalkarız. Bu kez de öyle oldu. Miço’yu öptük, yola çıktık. Saat 5.30’da çıkmayı başardık ama sonuç olarak. Altı gibi alandaydık. Ramazan olduğundan mı nedir, çok kalabalık değildi. Bavulları teslim edip azıcık dolaştık, bankadan para çektik. Uçak bir yirmi dakika sıra bekledi, saat dokuz olmadan kalktık. Kalkış iyiydi , pilot da konuşkan bir şey. Habire açıklama yapıp duruyordu. Bureak neredeyse yol boyunca uyudu. Ben okumak için bir Murakami kitabı almıştım yanıma, ama önce filmleri kontrol edeyim dedim. İki Kore filmine rastlayınca, Murakami güme gitti. Fakat önümüzde arkamızda oturan Çinliler sayesinde gidene kadar kafamız şişti, ne çok konuşuyorlar. Zaten Çincenin tınısını da sevmiyorum, ciyak ciyak geliyor bana, iyice ifrit oldum. Filmlerden birisini bitirdiysem de, ikincisi yarım kaldı, artık netten izlerim devamını dedim. Uçuş gayet iyiydi, yağmurlu bir Edinburgh’a indik. Hatta kapı yanı istemiştik, rahat olur diye, inerken Burak’ın üstüne su damlamaya başladı. Hostesi çağırıp sorduk, normalmiş, bu hızla inerken olabilir buyurdular. pasaport kontrolda bir anda üç uçak indiğinden kuyruk vardı, ama on dakikada kolaylıkla geçtik. Sonra ilk durağımız Information Center oldu, haa tabii bir de bizimkilere indiğimizi haber verdik. Tramvay bileti aldıktan sonra şehir merkezine gitmek üzere yola koyulduk. Tramvay da free Wi-fi var, oradan bağlandık, ben de bir yandan yoldan geçerken gördüğüm yerlerin fotoğraflarını çekmeye başladım Ipod’umla. Hüsam’da biletçiden bazı bilgiler aldı bu arada, nerede ineceğimiz, otobüs durağının yakınlığı gibi. Yol biraz yoğundu, koca koca otobüsler yol tamiratı yüzünden bekliyorlardı, o yüzden yirmi dakikalık yok yarım saate çıktı. Sonunda şehir merkezinde indik ve otobüs durağına yürüdük. Otobüste bozuk paramız olmadığından ve biletimiz de olmadığından şöför para almadı. Kalacağımız Swan Lake Guest House’u kolaylıkla bulduk. Bizi Tayvanlı sahibi ” Merhaba, Hoşgeldiniz sözleriyle karşıladı. Gayet düzgün Türkçe sözcükler kullanması bizi şaşırttı. Az sonra eşi de “Hoşgeldiniz, Nasılsınız” diyerek içeri girdi. Guest House sahibi çok güleryüzlü, bize çevre, ulaşım ve turlarla ilgili bilgi verdi. Girişteki salonda duvarlarda kendisi ve ailesinin resimleri vardı. Sonra bizi odamıza çıkardı, o arada İstanbul’da dört yıl kalıp CP’de çalıştığını anlattı. “Büyükdere Caddesinde çalıştım. Süleyman Demirel ölmüş, siz Erdoğan’dan hoşlananlardan mısınız? “diye sordu. Şaşkınlıktan ölecektik. Taa oralardan körlemesine ayarladığımız yerde hem sevdiğim çekiklerden biri, hem de çat pat Türkçe konuşuyor üstelik de gündemden haberdar. Gel de şaşma! Eşyalarımızı yerleştirdikten sonra üzerimizi değiştirip nehir ve denize doğru yürüyüşe çıktık. Hava serince. Burak kronik sinüziti olmasına rağmen şapka almamış. Halbuki ben kulaklı ,beyaz şapkamı almıştım. Ama onu da takabilecek gibi değil. Hava sanırım 12-14 derece arası. Ama geceleri 8 9 hatta 5 derecelere düşüyor. Herkes kaban, rüzgarlık, mont gibi şeyler giyiyor. Arada çorapsız, kısa kollu giymiş kadınlar da görüyoruz. Ama genellikle öğlen hava sıcaklığının yükseldiği zamanlarda. Evler çok güzel. Minik de olsa bahçeleri var ve bahçelerde çok güzel karışık çiçekler ekilmiş. Nehiri geçtik. Ocean Terminal AVM’sinin olduğu yerden geçip denize ulaştık. Liman ve Royal Britannica’nın demirlediği yeri gördük. Sonra acıktığımız için alışveriş merkezinin içine girip bir İtalyan Lokantasında bir şeyler yedik. Alışveriş Merkezinde M and S Debenhams filan vardı. Bir de Waterstone kitapçısı gözüme çarptı. Daha sonra yürüyerek pansiyona döndük. Bu Guest houselar ile bed and breakfastlar arasında ne fark var bilmiyorum.Aynı büyüklükte gözüküyorlar. Verdikleri hizmet de aynı. O zaman isimleri niye farklı ? Şimdi netten baktım Guest House’lar B and B ‘lardan daha büyük olup, küçük birer otel gibi hizmet veriyorlarmış. Japonya’daki otelimiz adı otel olduğu halde buradan daha sıkışık bir şeydi. Adamlar zaten karınca sürüsü gibi dağılıyorlardı sokaklarda her yere. Acaba Pekin’e gitsem, insan sayısı nasıl olacak ? Dönüştü su aldık. Bizim Tayvanlı odaya bi dolu kahve çay şeker doldurmuş ama suyu musluktan içiyorlar sanırım. Ayrıca çok su içen iki kişiyiz Burak ile, Hüsam içmez. Çok erken kalktığımız için erkenden yattık. Burak rüzgardan dolayı kötü oldu ve başı ağrımaya başladı. Allahtan evden gerekli tüm ilaçları getirmiştim. Burak da her ihtimale karşı KBB’cısına antibiyotik yazdırdı. Kahvaltı sabah 7.30’da başlayacak ve Continental kahvaltı.