Akşam erken yattığımız için sabahın köründe kalktık. Kahvaltı saat 7.30’da başlıyordu. Pansiyonun dokuz odası varmış, hepsi de doluymuş. Biz aşağı indiğimizde iki aile kahvaltı ediyordu. Brian koca bir meyve tabağı getirip önümüze koydu. Arkadaki servis masasında cornflakes, reçeller, yoğurt ve bazı meyveler vardı. Kadıncağız daha sonra peynir, ekmek, salatalık, çay filan da getirdi. Meyveler genellikle tropik meyveler. İçlerinde hiç bilmediğimiz iki tane vardı. Bir tanesi deniz kestanesine benziyordu, Tayland meyvesiymiş, adı rambutanmış. Kabuğu çıkarılıp içindeki beyaz kısmı yeniyor. Çekirdeğini sakladım hemen tabii. Diğeri ise içi çekirdek dolu bir şeydi. Yenen kısmı o çekirdekleri sanırım, yedik de tuhaf geldi.
Kahvaltıdan sonra kapıda ev sahibinin köpeğiyle karşılaştık. Çok sevimli bir şey 13 yaşındaymış, ama kadıncağız Engrish bir biçimde adını öyle bir söyledi ki ne dediğini anlamadım. İşte şöyle bir şey :
Ben de evde bir kedim olduğunu söyledim, kadın çok şaşırdı. Bana Türkiye’de sokaklarda kedi köpek dolu, sizin kendi kediniz mi var yani, size özel dedi. “Evet kedi bize özel, bizim evde yaşıyor.” dedim. Şu anda kimin baktığını sordu. Kızkardeşim ilgileniyor dedim. O kadar kedi köpek olmasına rağmen ayrıca evde kedi beslemem ona garip geldi. Dışarıdaki hayvanları da besliyorum dedim.
Köpeği de sevdikten sonra yola koyulduk. Hava soğuktu, üstüste giyindiğimiz gibi Burak ile ben sinüzit olmamak için kafamızı gözümüzü de örtüyoruz. Ben boynumda fotoğraf makinası, içinde milyon tane aksesuarla Cevat Kelle gibi dolanıyorum. Otobüs için internetten günlük bilet aldık.Transport for Edinburgh’un mobil uygulamasını kullandık. Gündelik bilet 4 pound.
Princes Caddesi ile başlamayı düşünüyoruz. Hüsam otobüsün üst katını seviyor, ben hiç hoşlanmam. Son durağa geldiğimizde üst kattaki her inmek isteyen kişi gibi ayağa kalkıp merdivene yürüdük, o sırada otobüs ani bir fren yaptı. O kadar sert bir frendi ki hepimiz öne doğru fırladık. En önde de Hüsam vardı, o yüzden biz tutunabildiğimiz halde, o tutunamayıp düştü ve sırtını camın altına vurdu. Hemen koşup kaldırmak istedik, ama kalkamadı, üstelik çok zor nefes alıyor gibiydi. Ne yapacağımızı şaşırdık. Etraftaki yolcular da yardım etmeye çalıştılar. Kaldırıp koltuğa oturttuk, ama iyi gözükmüyordu. Otobüs şöförü otobüsü durdurup, yukarı koştu. Önüne taksi çıktığını ani durmak zorunda kaldığını söyleyerek, özür diledi. “Ambulans çağıralım” dedi. Genç bir kız 999’u arayıp durumu anlattı ve ambulans çağırdı. yaşını, nasıl düştüğünü, nasıl olduğunu anlattı. Bu arada diğer yolculardan kucağında bebek olan bir erkek de inmeyip yanımızda kalmayı tercih etti. Ambulans beş dakika içinde geldi. Paramedikler yukarda öncelikle kalkıp kalamadığını, yürüyüp yürüyemeyeceğini kontrol ettikten sonra, aşağıya ambulansa aldılar. Ön muayeneden sonra tansiyonuna şekerine baktılar. Sonra doku ezilmesi olduğunu, diskte bir şey olmadığını, kırık da olmadığını, yürürse açacağını, sabah biraz uyuşukluk ve ağrı hissedebileceğini söylediler. Ben tabii en kuşkucu halimle hastaneye gitsek daha iyi olacağını söyledim ama bizimkiler beni dinlemediler. Bel fıtığı ameliyatı geçirmiş biri olarak kendini zorlamaması gerektiğini söyleyip durmama rağmen ona da kulak asmadılar. Sonra ambulanstan inip, sanki hiç bir şey olmamış gibi gece 11′ e kadar dolaştık. Ben yine de Boots’tan Voltaren aldım ve pansiyonda yanıma aldığım Parafonlardan akşam için almasını önerdim. Tabii beş dakikada bir de hatırını sorup epey bir süre taciz ettim. Düştüğü otobüsün ve gelen ambulansın fotoğtafını da her ihtimale karşı çektim. Yolcular onlarda b u tür bir şeyin sık rastlanan bir şey olmadığını söylediler. Bizde çok sık rastlanabilir, ama insan Türkiye’de olunca böyle şeylere karşı daha dikkatli olup sıkı tutunuyor sanırım. Öte yandan benim ve Burak’ın da tutunabilmesinin tek nedeni geride olup tutunma mesafesine sahip olabilmemizdi. Daha da kötü olup başını vurabilirdi, ya da merdivenden düşebilirdi diye şükrettik, ama çok da korktuk. Benim Kanada’da trafik kazası geçirme maceramdan sonra bu da farklı bir deneyim oldu bizim için.
Daha sonra Londra biletlerimizi teslim aldık. Princes caddesi üzerindeki Turist Bilgi Merkezine uğradık, oradan bazı broşürler aldık. Ardından her gezimizde olduğu gibi yürüyerek dolaşmaya başladık. Amacımız Tarihi binaları ve müzeleri bugünlük dışardan gezmek. Daha sonra seçtiklerimizin içini de gezeceğiz. Her yer tarih, nereye baksam fotoğraf çekmeye değer bir görüntü çıkıyor insanın karşısına. Edinburgh’u gezmeye Şehrin yeni kısmından başladık. Princes Street bir çok marka mağazayla dolu. Biz sadece önlerinden geçtik, hiç birinin içine girmeye niyetimiz yok. National Gallery of Scotland ve Scott Monument önünde dinlendik. Walter Scott anısına tasarlanmış kulenin dibinde yazar ve köpeğinin heykeli bulunuyor. Scott Monument neo-gotik taş bir kule. 61.11 metreymiş. Burak orada fotoğraflarımızı çekti, ama ağzımız yüzümüz birbirine girmiş olduğu için o fotoğrafları koymuyorum. Bu arada Queen Street, George Street, Rose Street -ki burada yemek yedik, trafiğe kapalı olan bu caddede pek çok pub lokanta bulunuyor-de yürüdük. Yeni şehirden eski şehir ve burada bulunan kale çok güzel gözüküyor. Balmoral Hotel’in saat kulesi benim çok hoşuma gitti. Otel North Bridge ile Princes Street’in kesiştiği yerde bulunuyor. Bazı binalar şehir içinde pek çok yerden gözüküyor. Bu da onlardan biri.
İskoçya’da banklar hep ölenlerin anısına plaketlerle kaplı. Bunlar için muhtemelen bağışta bulunuluyordur. Bir banka oturmadan önce hemen üzerindeki yazıyı okumayı alışkanlık haline getirdim.
Yemekten sonra Yeni şehirden Eski şehir tarafına geçmeye karar verip, Edinburgh Kalesine giden Royal Mile sokağını arşınlamaya başladık. Bu uzun solağın üzerinde St Giles Katedrali var ve Parlemento Binası da. St Giles’ın içini sonra görmeye karar verdik. Kapının önünde Adam Smith’in bir heykeli vardı. Etrafta ise gösteri yapan pek çok İskoçyalı. Gayda çalanından, kürek döndürenine, resim yapanından, müzik kutusu kadını olanına pek çok tip. Orada bir saatten fazla oyalandık. Ben de bazı gösterileri filme aldım. Ama videoların hepsi tanımlı süreden uzun olduğu için kırpmam gerekiyor. Onları sonra koymak üzere bazı fotoğraflar paylaşıyorum. Giles öncesinde gittiğimiz mini pazardan ve sonrası Royal Mile ve Grass Market’te çektiklerimden. Bu arada Royal Mile’dan aşağı inen ara yolllardan söz etmeden olmaz. Bunlar eskiden özel mülkiyeti olan yollarmış ve kamuya kapalıymış, hatta kapıları varmış. İngiliz saldırılarından korunmak için yoğun inşa edilen evler arasında merdivenli, dar yollar yapılmış.Hepsinin ismi ve açıklaması yanlarında yazıyordu. İnsanlar bunlardan inerken fotoğraflar çekiyorlar. Ben yine filmde çektim, belki sonradan eklerim.
Günün son etkinliği olarak Princes Street Garden’s’a gitmeye karar verdik.Burası nefis bir yer. Çok güzel martılar vardı. İnsanlar yürüyüşe çıkmışlar, Bazıları top oynuyor. Uzaktan tarihi binalar gözüküyor. Parkta bir saat kadar oturduk, günün yorgunluğunu almak için birebir. Uzaklardan gayda sesleri geliyordu. Laf aramızda gayda sesi uzayınca gıy gıy gıy sinir bozucu olabiliyor. St Giles önündeki adamın gaydasından alevler çıkıyordu, bu da gösterinin dibine vurmuşu sanırım.
Permalink //
Sevgili Nilgün,
Beterini düşünerek , avunmak lazım… Geçmiş olsun…
Resimlerin ve anlatımın yine çok güzeldi…
Bir eğitim nedeniyle , Ben de Glasgow ve Edinborough ‘da bulunmuştum.
Unuttuğum bir çok yeri anımsattı..Sağolasın…
Sevgiler…
Permalink //
Çok teşekkürler, biz de yarın Glaskow’a gitmeyi düşünüyoruz günübirliğine 🙂
Permalink //
Nilguncum, geriden de olsa takip edip, oradaki günlerimizi hatırlıyorum. Husam’a cok gecmis olsun. Umarım simdi daha iyidir. Daha dogrusu etkisi ağrısı kalmamıştır.
İyi gezmeler, cok öpüyorum.
Bakalım glaskow’da mural’lari görecek mısınız ??
Permalink //
Ya bugün Dunbar’s Close’a girdik, iyi ki söylemişsin, ne nefis bir şey. Bir de oradaki çiçeklerden tohum topladım bahçeye dikmek için, inşallah çıkarlar.Teşekkürler.
Permalink //
Nilgüncüğüm,
Fotoğrafa bakılırsa, sözünü ettiğin içi çekirdek dolu meyve, “passion fruit” (çarkıfelek)… Kokusu çok güzeldir de yemesi o kadar değil…
Permalink //
Ekşimsi bir şey. Çekirdekleri de yerken acıyorum, bunları diksem diye düşünerek, ama sonuçta o çekirdekli meyve çıkacak. Yine de topladım çekirdekleri dikmek için 🙂
Permalink